Hastalık, Sağlık ve İlahi Kudret : Bedenin Mucizevi İşleyişine Derin Bir Bakış

Hastalık, Sağlık ve İlahi Kudret : Bedenin Mucizevi İşleyişine Derin Bir Bakış

Hastalık, Sağlık ve İlahi Kudret: Bedenin Mucizevi İşleyişine Derin Bir Bakış

Günlük hayatın koşuşturması ve dünyanın cazibesi içinde çoğu zaman kendimizi, varlığımızın asıl gayesini ve bedenimizde olup biten mucizevi işleyişi fark edemeyiz. Sağlıklı olduğumuzda, bedenimizdeki kusursuz düzeni; kalbimizin ritmini, organlarımızın uyumunu, hücrelerimizin bilinçli gibi çalışan faaliyetini sıradan bir durum olarak görürüz. Oysa bu olağan gibi gelen sistem, büyük bir kudretin ve hikmetin eseri olarak işler. Her an, hücrelerimize kadar uzanan bir gözetim ve ilahi bakım altındayız. Bu mükemmel düzenin arkasında, bizi daima koruyup kollayan Rabbimizin varlığı vardır. Ancak çoğu zaman bu büyük nimetin farkına varmayız. Ne zaman ki hastalık kapımızı çalar, hayatın rutini bozulur ve bedenimizin çaresizliğiyle yüzleşiriz; işte o zaman bu düzenin ne kadar kıymetli ve o düzeni koruyan gücün ne kadar yüce olduğunu daha derinden hissederiz. Hastalık, yalnızca fiziksel bir rahatsızlık değil; aynı zamanda bizi gafletten uyandıran, Allah’ın(c.c) kudretini hatırlatan ilahi bir mesajdır.

Yoğun bakım ünitelerinde bu hakikat daha da belirginleşir. Bedenin birkaç tıbbi değeri bozulduğunda, sağlık ekiplerinin o değerleri dengelemek için nasıl seferber olduğunu gözlerimizle görürüz. Etrafımızda telaşla koşuşturan insanlar, bir gözetim altında olduğumuzu hissettirir. Peki ya tüm değerlerimiz yerindeyken, hiçbir acil durum yokken bizimle ilgilenen kimsenin olmadığı anlamına mı gelir? Aksine, biz bedenimizin kendi iç işleyişinden bile habersizken, her an bizi hücre seviyesine kadar kuşatan, eksiksiz bir ilgiyle gözetip kollayan bir Rabbimiz vardır. Çoğu zaman bir hastalık ile bu gerçeğin farkına varırız.

Hastalığı Nasıl Okumalıyız?

Hastalığı Okumak

Neden Hastalıklarla Sarsılıyoruz? İnsana İlahi Bir Uyarı mı?

Modern insan, dünya hayatının cazibesiyle çoğu zaman manevî gerçeklerden uzaklaşır ve bir gaflet perdesi içinde yaşamaya başlar. Bu hâl, insanı hem hakikatten hem de ölüm gibi kesin bir sondan habersiz kılar. Ancak Rabbimiz, bizi bu gaflet uykusundan uyandırmak için zaman zaman ilahi ikazlar gönderir. Bu ikazların en etkili olanlarından biri de hastalıktır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin ifadesiyle, “Hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır.” (Mesnevî-i Nuriye, Habbe). Bu anlamlı söz, hastalığın adeta ölümün bir habercisi olduğunu ve insana dünyanın faniliğini hatırlatarak, onu ahirete yönlendiren önemli bir vesile olduğunu ortaya koyar. İnsan, sağlığı yerindeyken ölüme uzak gibi hisseder; ancak hastalık anında bedenin acizliğiyle yüzleşir ve fânilik duygusuyla ahiret gerçeğini daha derinden kavrar.

İçindekiler

Zahiren Çirkin, Hakikatte Kıymetli: Hastalıkların Ardındaki Hediye

Peki, her hastalık yalnızca bir musibet midir? Yoksa zahiren çirkin görünse de içinde derin anlamlar ve ilahi hikmetler barındıran bir mesaj mıdır? Bediüzzaman Said Nursî bu soruya dikkat çekici bir cevap verir: “Hastalık, bazılarına bir ihsan-ı İlahidir, bir hediye-yi Rahmânîdir.”(Yirmi Beşinci Lem’a’sında, Beşinci Deva). Ancak bu hediye herkes için geçerli değildir; yalnızca hastalığın taşıdığı manevi mesajı okuyabilen, sabırla, tevekkülle ve tefekkürle o imtihanı anlamlandırabilen kimseler için bir nimete dönüşür.

Dışarıdan bakıldığında hastalık, çoğu zaman elem verici, yıpratıcı ve ürkütücü bir durum gibi görünür. Ancak bu zorluk perdesinin ardında, Allah’ın(c.c) güzel isimlerinin (Esmaü’l-Hüsna) tecellileri saklıdır. Tıpkı toprak altında gömülü olan bir hazinenin ilk bakışta çamura bulanmış, değersiz gibi görünmesi gibi… Ambalajı kötü ve itici olan bir paket düşünün; tozlu, kirli, yırtık.. Kimse ilk anda içini merak etmez. Fakat o paketin içinden altınlar, inciler ve mercanlar çıkarsa, gerçek değeri o zaman anlaşılır.

Hastalık da böyledir: Dışı çirkin, içi kıymetlidir. İlk etapta acı veren bir imtihan gibi görünse de, onun içinden sabır, dua, teslimiyet, tevbe ve manevî diriliş gibi paha biçilmez değerler doğar. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin, kendisinden dua isteyen genç bir hastaya, “Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim.” demesi, bu sırrı çok güzel özetler. Çünkü o hastalık, genci gafletten uyandırmış, ölümü hatırlatarak içindeki nefsî canavara karşı onu mücadeleye sevk etmiştir. Bu durumda, hastalık bir ceza değil; ruhun derinliklerinde saklı kalan manevî hazineleri ortaya çıkaran rahmet yüklü bir dokunuş hâline gelir.

Gafleti Uyandıran Rahmet: Hastalık ve Ahiret Bilinci Üzerine

Bu hakikatin en çarpıcı örneklerinden biri, Bediüzzaman Hazretleri’nin dua için yanına gelen hasta gençlerde yaptığı gözlemdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi, bu gençlerin sağlıklı yaşıtlarına kıyasla ahireti daha fazla düşündüklerini fark eder ve bu durumu şu sözlerle dile getirir:

“Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nispeten ahiretini düşünmeye başlıyor.”

Bu ifade, hastalığın sadece bedeni değil; kalbi ve zihni de etkileyerek, insanı dünya meşgalesinden sıyırıp ebedî hakikatlere yönelttiğini açıkça ortaya koyar.

İşte hastalık, bizi bu gaflet hâlinden uyandıran bir rahmet vesilesidir. İnsanı dünya işlerine aşırı bağlılıktan uzaklaştırır, kalbine ölümün ve ahiretin gerçekliğini hatırlatır. Böylece hastalık, yalnızca bedeni etkileyen bir acı değil; kalbi uyandıran, gafleti yaran, insanı ebedî kurtuluşa çağıran ilahi bir mesaj ve uyarıdır.

İçimizdeki Düşman: Nefisle Savaşta İlahi Dengenin Rolü

Hastalık, sadece bedeni etkileyen geçici bir rahatsızlık değildir; aynı zamanda nefsi dizginleyen, arzuları törpüleyen ve insanı içe yönelten bir terbiye vesilesidir. İnsan, fıtratı gereği sürekli isteyen, doyumsuz, heveskâr bir yapıya sahiptir. Bu “hayvani hevesler” çoğu zaman bizi günaha sürükler. Nefsin, İslamî literatürde misal âleminde bir köpeğe benzetilmesi boşuna değildir. Çünkü nefis, eğer kontrol altına alınmazsa azgınlaşır, insana hükmetmeye başlar. Onu yöneten de şeytandır. Bu azgın nefis ve onun binicisi olan şeytan, insanı adeta parçalayarak hem dünyasını hem de ahiretini talan eder.

Bu noktada insanın kendi nefsiyle baş edemediği anlar olur. İçimizdeki bu azgın canavarla mücadele edemediğimizde, rahmet eli imdada yetişir. İşte hastalık, tam bu anda devreye giren ilahi bir yardımcıdır. Tıpkı üzerimize saldırmak üzere olan bir köpeğin birisi tarafından taşmasının bağlanması gibi… İnsan, bu yardımı görünce derin bir şükran hisseder: “Allah(c.c) senden razı olsun, sen gelmeseydin bu azgın köpek beni mahvedecekti,” der adeta. Aynen bu şekilde de; hastalık, nefsin gücünü kırar; insanın günah işleme arzusu bulunsa bile artık o arzu harekete geçemez. Beden zayıflamış, irade yavaşlamış, hevesler durulmuştur. Böylece kişi, düşünmeye başlar, tefekkür eder, bazen yıllar boyunca düşünmediği hakikatleri sorgular.

Bu yüzden, hastalık geldiğinde asıl üzülen ruhumuz değil, nefsimizdir. Asıl eli kolu bağlanan, azgın hevesleri dizginlenen odur. Ruh, tam aksine bu hâlde bir ferahlık bulur; çünkü nefis susunca kalbin sesi duyulur. Nefisle baş edemeyen nice insan, bu sayede içindeki fırtınaları dindirme fırsatı yakalar.

Bediüzzaman Said Nursî, bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Ben de bakıyordum; onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî olduğunu ihtar ederdim.”


Yani, bazı hastalıklar, görünüşte çetin olsa da iç yüzünde büyük bir rahmet ve arınma fırsatı taşır. Gaflet içindeki insanı, hayvani heveslerden bir derece kurtarır. Nefis artık zincirlenmiştir ve bu zincirin adı da hastalıktır. Ne büyük bir yardımdır bu! Zahirde bir acı gibi görünse de, batında bir kurtuluşa açılan kapıdır.

Sessiz Bir Vaiz Olarak Kalbe Dokunan Mesaj

Hastalık, sessiz ama etkili bir vaizdir. Sözsüz konuşur, doğrudan kalbe hitap eder, insanı dünya meşguliyetlerinden sıyırarak ahiret hakikatine yönlendirir. Vaazlar çoğu zaman kulağa seslenir, ama hastalık doğrudan kalbe işler; derin bir sesle konuşur. Bazen bir insan en etkili bir vaizi dinlese bile kalbi uyanmazken, hastalığın diliyle gelen nasihattan derinden etkilenir. Çünkü o nasihat, yaşatarak öğretir. Bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri dua için yanına gelen hasta gençlere şöyle der:

“Ben senin hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat edip acımıyorum ki, dua edeyim.”


O, hastalığın bir azap değil; Allah(c.c) tarafından gönderilen ilahi bir uyarıcı memur olduğunu bilir. Zira artık semavi mesajlar kesilmiştir ve Allah(c.c), üzerimizdeki gafleti yıkmak için başka vaizler gönderir. O vaizlerden biri de hastalıktır.

Bu hakikat, dertli insanların dilinden de kolayca dökülür. Birçok insan başından geçen bir hastalık ya da musibeti anlattıktan sonra şöyle der: “Kalbimi dünyaya bağlamışım, sonsuz sanmışım. Meğer faniymiş. Bu hastalık bana bunu öğretti.” İşte bu cümleler gösteriyor ki, hastalık, insanın kendi kalbinde yaptığı derin bir muhasebenin vesilesidir. Vaizlerin, hocaların anlatamadığını bazen hastalık anlatır. İnsan bazen bir mürşidin sözlerinden etkilenmeyebilir, ama hastalık mürşit makamına geçip ders vermeye başladığında, onu anlamayan neredeyse kalmaz.

Nitekim yakın geçmişte tüm dünyayı etkileyen Koronavirüs salgını da adeta küresel bir vaaz niteliğindeydi. Nice insan, “Az şeyimizi aldı ama çok şey öğretti,” dedi. “Dünyanın azını aldı ama ahiretin çoğunu geri verdi,” sözleri sıkça duyuldu. Çünkü hastalık, insanın sadece bedenine değil, kalbine ve aklına da dokunur.

Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Ben senin hastalığının aleyhinde değilim.” sözünü anlamak için bir doktor örneği verirsek mesele daha da netleşir. Bir çocuk ameliyat masasına yatırıldığında ağlamaya başlar, babasına seslenir: “Baba, yetiş!” Baba ise doktorun yanında yer alır ve der ki: “Oğlum, seni biraz ağlatacak ama sonra tamamen güldürecek.” İşte hastalık da böyledir: İlk bakışta acı verse de, ruhu kurtarır. Maddî hastalık, çoğu zaman manevî hastalıklarımızı tedavi eden bir ameliyattır. Aslında o hastalık değil, rahmetin eliyle yapılan bir şifa müdahalesidir.

Bu bakış açısıyla hastalığı anlamak, teslimiyetin kapısını aralar. Tıp alanında bir hekime güvenip, kendimizi ameliyat için sorgusuz sualsiz teslim ederiz. Çünkü onun “hikmetli” işler yaptığını düşünürüz. Oysa Hakîm-i Mutlak olan Allah(c.c), bizim hem bedenimizi hem de ruhumuzu yaratan, bizi en iyi tanıyan varlıktır. O hâlde, Allah(c.c)’ın gönderdiği bir hastalığın arkasında da muhakkak bir hikmet ve rahmet aranmalıdır. Zira o hastalık, sadece bedeni değil; kalbi, zihni ve nefsi tedavi eden bir vaizdir.

Hastalığın Vazifesi Ne Zaman Biter?

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, hastalığın gelişiyle gidişi arasında ilahi bir plan ve ölçü olduğunu söyler. Ona göre hastalık, başıboş değil; görevli bir memur gibidir. 

Şöyle der: “Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşallah sana şifa verir.”

Bu ifadeler gösteriyor ki hastalığın geliş amacı, insanı gafletten uyandırmak; yaratılış gayesini hatırlatmak ve manevi olarak diriltmektir. İnsan dünya hayatına fazlasıyla kapıldığında, hayatın geçiciliğini unuttuğunda, Rabbimiz onu rahmetle sarsar. İşte bu sarsıntının adı çoğu zaman hastalık olur. O, insanı sarsar ama yıkmaz; uyandırır ama yıpratmaz; çünkü amacı ceza değil, ilahi bir ikaz ve arındırmadır.

Tıpkı annenin sabah namazına kaldırmak için baş ucumuza gelip defalarca seslenmesi gibi… Anne der ki: “Oğlum kalk, hadi kalk!” Biz uyumaya devam ettikçe sesi artar. Sonunda şöyle der: “Eğer uyanırsan, ben de giderim. Çünkü vazifem bitti.”


Hastalık da aynen böyledir. O da bir uyarı memurudur. Ne zaman ki biz manen uyanırız, gafletten sıyrılırız, o da görevini tamamlayarak çekilir. Gelişi rahmettir, gidişi de bir müjde olur.

Kur’ân’daki ayetler, insana hidayet rehberi olarak gönderilmiştir. Ancak bazen kalpler bu mesajlara kapalı olur. İşte o zaman Allah(c.c), başka türden ayetler gönderir. Bazen bu bir musibet olur, bazen de hastalık. Çünkü Allah(c.c) kulunu unutmaz; onu kendisine döndürmek için türlü yollar dener. Eğer insan, hastalıkla gelen bu ikazı anlarsa, onun görünürdeki acısı özünde bir şifa olur.

Tıpkı zeytinin sıkılmasıyla yağın çıkması, şeftalinin ezilmesiyle marmelat hâline gelmesi gibi… İnsan da bazen sıkıntı anında içindeki en değerli özü, yani aczini ve kulluğunu ortaya çıkarır. Peygamberlerin dahi en büyük manevi ilerlemeleri sıkıntı anlarında olmuştur. Yusuf (a.s) için kuyu, Yunus (a.s) için balığın karnı… Hepsi, birer manevi dönüşüm ve yükseliş anına dönüşmüştür. Hastalık da böyledir: Gelir, sıkar, uyandırır ve görevi bitince çekilir.

Her Şeyin Başı Sağlık mı? Sağlığın Gerçek Anlamı ve İmanla İlişkisi

Toplumda en çok tekrar edilen ezberlerden biri şudur: “Her şeyin başı sağlık!” Oysa Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu anlayışı sorgular ve dikkat çekici bir tespit yapar:


Senin bir kısım emsalin sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı(c.c) unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harap eder. 


Bu ifade, sağlığın herkes için mutlak bir nimet olmadığını, aksine bazı insanlar için bir gaflet perdesine, hatta bir belaya dönüşebileceğini gösterir. Zira insan, sağlığının verdiği güç ve imkânlarla Allah’ı(c.c) unutup namazı terk edebiliyor; ölüm ve kabir hakikatini düşünmekten uzaklaşıp, dünya lezzetlerini ebedî zannederek ahiretini ihmal edebiliyor. Bu durumda asıl bela nedir? Hastalık mı, yoksa sağlık mı?

Bediüzzaman Said Nursî’nin bu ifadesi, hepimize şunu sormayı öğretiyor: “Hayatımızdaki bir şey nimet mi, yoksa imtihanı kaybettiren bir musibet mi?” Tıpkı bir bıçak gibi… Bıçak, kasabın elinde nimettir; ama bir caninin elinde tehlikeli bir silah olur. Aynı şekilde sağlık da kıymetini bilen bir kulun elinde şükür, hizmet ve ibadet vesilesiyken; gaflette olan birinin elinde günah işlemeye, ömrünü küfür içinde tüketmeye sebep olabilir. O hâlde sağlık, başlı başına iyi ya da kötü değildir; kişinin onu nasıl kullandığına göre hüküm kazanır.

Sıhhatin en değerli şey olduğunu düşünen birine şu soruyu sorsak: “O hâlde sağlıkla birlikte namazsızlık, gaflet ve günah varsa, bu hâl gerçekten kıymetli olabilir mi?”
Geçmişinde sapkın bir hayat yaşamış bir kişi, o günlerini anlatırken şunu itiraf eder: “Hepsinde dipdiri, sağlıklıydım… ama en karanlık dönemlerimdi.”
O hâlde bu kişinin sağlığı, ona bir nimet mi oldu, yoksa bir musibet mi?

Allah(c.c) Azze ve Celle elbette ki zulmetmekten münezzehtir. O hâlde neden zaman zaman hastalıklar gönderiyor? Çünkü her sağlık mutlak iyi değildir. Eğer kişi sıhhat içindeyken gaflet içindeyse, o zaman o sağlık onun için manevî bir felakete dönüşebilir. Allah(c.c) bu durumda kişiyi sarsmak, uyandırmak için hastalığı gönderir. Bu rahmetli bir dokunuştur; cezalandırma değil, irşat ve ikazdır.

O hâlde diyebiliriz ki: Sağlık, ancak imanla, şükürle, kulluk bilinciyle birleştiğinde gerçek bir nimettir. Ve hastalık, ancak inkârla, isyanla buluştuğunda gerçek bir musibettir. Ezber cümleleri bırakıp hakikatin gözlüğüyle baktığımızda, en kıymetli şeyin sağlık değil; iman, kulluk ve Allah’ı(c.c) tanımak olduğunu anlarız. Sağlık, bu yolun bir vesilesi olursa anlamlıdır. Aksi takdirde, insanın en büyük gaflet aracı hâline bile gelebilir.

Hastalığınızı Doğru Okuyun: Şifa ve İmanla Gelen İlahi Mesajı Anlamak

İster hastalık olsun ister sağlık, hayatımızda başımıza gelen her şeyin imtihan mı yoksa ceza mı olduğu sorusunun cevabı, bizi Allah’a(c.c) yaklaştırıp yaklaştırmadığına bağlıdır. Zira bir hastalık, kişiyi tevbe ve teslimiyete sevk ediyorsa rahmettir; bir sağlık hâli ise kişiyi gaflete sürüklüyorsa aslında musibettir.

Bedenimize ait hastalıklar zamanla geçer, nihayetinde cesedimizle birlikte toprağa karışır. Ancak ruha yapışan hastalıklar, kibir, hırs, isyan, gaflet ve dünya sevgisi; ahiret yolculuğumuzu etkileyen esas tehlikelerdir. Bu yüzden asıl tedavi edilmesi gereken hastalık, kalpte ve niyette olandır.

Hastalık, hayatın gerçek amacıyla yüzleşmemiz için gönderilen bir ilahi mesaj, bir uyanma vesilesidir. Bize “ölmeden önce ölünüz” düsturunu fısıldar. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin ifadesiyle: “Senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat ise bir hastalıktır.” Bu söz, bize şunu öğretir: Sağlık, doğru okunmadığında büyük bir gaflet aracı olabilir; hastalık ise doğru anlaşıldığında büyük bir nimet ve arınma vesilesidir.

Bu nedenle sadece ateşi çıkanların, yatağa düşenlerin değil; sağlıklı olanların da bu hakikati düşünmeye ihtiyacı vardır. Zira gaflet içinde yaşanan sağlıklı bir ömür, hastalıkla yapılan kısa bir tefekkürden daha zararlı olabilir.

Sonuç olarak; hastalıkları da sağlığı da ilahi bir mesaj olarak görmek, onları doğru okumak gerekir. Çünkü gerçek şifa, sadece bedeni iyileştirmek değil, ruhu olgunlaştırmak ve Allah’a(c.c) yakınlaştırmaktır. Hayatı bu bilinçle okumak, hem dünyamızı güzelleştirir hem de ahiret saadetimize vesile olur.

Hastalar Risalesi 5 - Video

SIKÇA SORULAN SORULAR

Sabır, insanın kendi gücüyle değil, Allah(c.c)’ın yardımıyla elde edilir. Hastalık ve zorluklar karşısında sabırlı olmak için, insanın Allah(c.c)’tan “Es-Sabûr” ismine sığınması gerekir. Allah(c.c), sabır isteyenlere sabrı verir ve böylece kişi en zor imtihanları bile huzur içinde karşılayabilir. Sabır, Allah(c.c)’a yönelerek, O’ndan güç alarak kazanılır.

Hayır. İslam, hem bedensel hem de ruhsal sıkıntıları birer imtihan olarak kabul eder. Risale-i Nur’a göre ruhsal bunalımlar, sabır ve tevekkül ile karşılandığında insanı manen terakki ettiren özel fırsatlardır.

Gençlik, sağlık ve zaman, geçici nimetlerdir. Bu nimetlerin değerini anlamadan harcanması, kişinin büyük bir kayıp yaşamasına neden olabilir. Ancak insan, bu nimetleri Allah(c.c)’a şükrederek ve ahirete hazırlık yapmak için kullanarak gerçek huzura ulaşabilir. Zamanın kıymetini bilmek ve her anı ahiret için yatırım yaparak değerlendirmek, ömrü daha anlamlı kılar.