Neden Başkası Değil de Hz. Muhammed(s.a.v.) Peygamber Oldu?
Siz 33 yaşında olsanız ve babanız 33 yıl boyunca bir sürü insanla görüşse, elindeki malları satsa, para biriktirse, gecelerce uykusuz kalsa sizin bu durumu görmeme, anlamama ihtimaliniz olabilir mi? Anlamamanız imkânsız çünkü sürekli onun yanında ve yakınındasınız. Aynı şekilde Efendimiz(s.a.v.) 40 yıl boyunca “Ben peygamber olacağım, ben peygamber olmalıyım.” diye bir peygamberlik planı yapsaydı, yemeğe tuz ile başlamasından suyu kaç yudumda içip, nasıl uyuduğuna kadar en ince ayrıntılarla sürekli gözleri Peygamber’in(s.a.v.) üzerinde olan sahabeler bu planı mutlaka hissederler ve anlarlardı. Madem böyle bir şey hissedip anlamadılar, madem Resulullah’a(s.a.v.) 40 yıl sonra peygamberlik ihsan oldu, bu ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Yani Cenab-ı Allah’ın(c.c.) emri ile; “İşte o gün geldi, peygamberliğini ilan etme vakti.” denilmiştir. Zira insan Efendimiz’in(s.a.v.) yaşadığı döneme doğru yolculuk edip o dönemde yaşayan insanların özelliklerini biraz idrak etse, aklı da kalbi de “Muhammed’in(s.a.v.) hak peygamber olduğunu, öyle bir toplulukta böylesine olumlu değişimleri peygamberden başka hiç kimsenin asla yapamayacağını” ona söyleyecektir.
Şimdi sizinle orada yaşayan insanların üç tane özelliğini ele alalım.
1) Kasavet-i kalp ve merhametsizlik
Günümüzde bir çifte, çocuğunuz olacak denilse sevinçten havalara uçar, hemen mutlu haberi sevdikleri ile paylaşır daha o minik yavru dünyaya gelmeden kıyafetlerini, mamalarını, bezlerini, yatağını, odası dahil tüm ihtiyaçlarını dokuz ay boyunca tamam ederler. Herkes daha o dünyaya gelmeden onun sevgisinden ne yapacağını şaşırır. Yahut çocuk hastalansa anne babası üzüntüden kahrolur, ona hiç kıyamaz. Hatta öyle ki anne merhametinden “Sana gelen bana gelsin yavrum.” diye dualar eder. Baba, evladı dünyaları da istese önüne serer.
Cahiliye asrındaysa doğum esnasında kadını yerleşim yerinin dışına çıkarıyor, yanına da bir çukur kazıyorlar. Doğan çocuk erkek doğarsa ne âlâ, kız doğarsa canlı canlı o çukura atıp üzerini toprakla kapatıyorlar. Bazen kız çocuğunu alıp eve götürüyorlar, çocuk 7 yaşına geldiğinde baba, anne ile arasındaki o parolayı söylüyor. “Haydi süsle dayısına götüreceğim.” Anne 7 yaşına gelmiş evladını gözyaşları ve acılar içerisinde süslüyor ve babasına veriyor. Babası önceden kazdığı çukurun yanına kız çocuğunu götürüyor. Çocuk, “Babacığım orada ne var?” diye eğilerek çukurun içine baktığı an, babası kızını itiyor ve canlı canlı gömüyor.
İşin daha da ilginç yanı, oğlu olan babaya tebrike gelen insanlar, kızını canlı canlı gömen babaya da hayırlı olsun diye tebrike geliyorlar. Aynı insanlar, savaşta kendilerine esir düşenleri de ya satıyorlar ya da işimize yaramıyor diye yakıyorlar.
2) Asabiyetlerinde fevkalade inatçı olmaları
Bunu zihninizde kötü manada milliyetçilik, kavimcilik olarak kodlayabilirsiniz. Cahiliye Dönemi insanlarında çok ciddi manada bir kavimcilik vardır. Mesela içlerinden bir tanesi ölürken “Şu kavimden 100 kişiyi öldürün.” diye vasiyet etse geride kalanlar artık o yüz kişiyi öldürmek zorundadır. Yahut ölmeden evvel dese ki; “Benim vasiyetim filan kavmi temizlemeniz.” geride kalanların hepsi o kavmi temizlemek zorundadır. Allah(c.c.) bu insanların kavmiyetçiliğini Bakara Suresi 170. Ayette şu şekilde anlatmaktadır: “Onlara deseniz ki, Allah’ın indirdiğine tâbi olun. Onlar der ki; biz ancak atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye inanırız.”
3) Mutaassıp olmaları
İnanç ve geleneklerine körü körüne bağlı olan cahiliye döneminin bu insanlarının öyle adetleri var ki… Bir yakınları öldüğünde mezarının başına deve bağlıyorlar, tâ ki “Deve de açlıktan ölsün ve ahiret gününde ona binek olsun.” Bölgeye yağmur inmeyip kuraklık olduğunda bir ineğin kuyruğuna çaput bağlayıp yakıyorlar, tâ ki “İnek tamamen yanana kadar koşsun da yağmur getirsin.”
İşte Efendimiz(s.a.v.) böyle katı kalpli, taassup sahibi, milliyetçi kavimlerin insanlarını 1.400 yıl sonranın bile alim sayacağı şahsiyetler haline getirmiştir. O Zât-ı Nuranî(s.a.v.) kısa bir zamanda, o kavimlerin kötü ahlaklarını kaldırarak iyi ve güzel ahlakla değiştirmiştir. Kabe’yi çıplak tavaf eden, yolda yürürken karnım ağrıdı deyip def’i hacet yapan bir topluluğu Hz. Osman(r.a.) gibi haya sahibi etmiştir. Bir gün Hz. Osman(r.a.) evde ibriğini kaybediyor ve hanımı kendisine ikinci bir ibrik getiriyor. Hz. Osman(r.a.) gözleri yaşlı ağlamaya başlayınca hanımı soruyor: “Ey Osman ne oldu neden ağlıyorsun?” Hz. Osman(r.a.): “Beni mahrem olarak gören bir ibrikti, şimdi iki oldu ona ağlıyorum.” diyor. Bu kadar ahlaksız bir kavmi, Hz. Osman(r.a.) gibi haya abidesine dönüştüren bir beşerin kullandığı cümlelerin vahiyden başka bir şey olma ihtimali yoktur.
Zeyd bin Harise(r.a.), Efendimiz’den(s.a.v.) önce köleyken, Efendimiz’den(s.a.v.) sonra kumandan oluyor. Selman-ı Farisi(r.a.) çobanken İran’a vali oluyor. Ayetlerin bizlere ne demek istediğini, bu güzide millet 1.400 yıldır, İbn-i Ömer(r.a.), İbn-i Abbas(r.a.), İbn-i Mesut(r.a.) gibi sahabelerden öğreniyor. Böyle bir bedeviyet asrında bizlere dahi muallim olacak insanları aşağıların aşağısından yükseklerin yükseğine çıkarmayı bir vahiy olmadan bir beşer kelamının yapması mümkün müdür? Madem mümkün değildir o halde bunlar vahiydir. Madem bu konuşulan kelamlar vahiydir o halde Muhammed(s.a.v.) bir peygamberdir. Madem O(s.a.v.) bir peygamberdir, o halde Allah(c.c.) vardır ve birdir.