Nadr bin Haris Kimdir? Mekke’nin Şeytanı ve Resulullah’ın(s.a.v.) Azılı Düşmanı
Şeytan, ortaya konulan kötü eylemin fikir babası demektir. Kur’an bu tarz insanları: “Onlar aynen şeytana benzerler.” (Haşr, 59/16) diye tarif eder. İşte bu insanlardan biri de lakabı Kureyş’in Şeytanı olan Nadr bin Haris’tir. Efendimiz’in(s.a.v.) peygamberliğini baz alırsak 15 yıl boyunca O’nunla(s.a.v.) uğraşmış meşhur bir müşrik olan Nadr bin Haris, Kureyş’in müşrikleri içerisinde oldukça saygın ve hürmet sahibidir. Bunun en büyük sebebi ise, toplumda birkaç saygın işi aynı anda yapmasıdır. O dönem Sasanilerin elinde olan Hire bölgesine elçi olarak gönderilen Nadr’ın mesleği doktorluktur. Kureyşliler tarafından entelektüel bir kişilik olarak algılanan Nadr makamının yanında aynı zamanda çok meşhur da bir şairdir. Zaten onu Mekke’de müşrikler tarafından gözde yapan da her şeyden ziyade bu şairlik vasfıdır.
Şairlik o dönemin en önemli özelliklerinden biridir çünkü insanlar; tarihini, kültürünü ağızdan ağıza naklettiklerinden dolayı bu şifahi nakiller onlar için çok ehemmiyetlidir.
Allah Resulü’ne(s.a.v.) haseti zirve noktada olan Nadr, Efendimiz’i(s.a.v.) tıpkı bir gölge gibi takip eder ve O’nun(s.a.v.) ihya ettiği kalpleri öldürmeye çalışırdı. O dönem Bizans ve İran topraklarına gider ve orada şiir, hikâye, musiki öğrenip, dansçı kadınlar satın alıp gelirdi. Efendimiz(s.a.v.) imanı Mekke’de tebliğ ederek insanların ahiretini kurtarmaya çalışırdı. Nadr ise Resulullah’ın(s.a.v.) birilerinin yanından ayrıldığını görür görmez hemen onların yanına giderek önce akıllarını karıştırırdı. Devamında Hire’den satın aldığı iki dansçı kadını adamın yanına gönderir: “Bu adamla öyle bir ilgilenin, dans edin, yeyin, için ki onun aklını başından alın ve işin sonunda ne yapıp ne edip onu Muhammed’e(s.a.v.) düşman edin.” diye kadınları tembihlerdi. Zira Nadr’ın tek işi buydu; Efendimiz’i(s.a.v.) sabote etmek.
Başka bir sabote yöntemi ise öğrendiği musikileri Kur’an ayetlerine alternatif olarak kullanmaya çalışmasıydı. “Ey insanlar beni de dinleyin. Benim sözlerim Muhammed’in sözlerinden daha güzel, daha cazibeli değil mi söylesenize? Sizin iman ettiğiniz O peygamber sürekli Ad ve Semud kavminden bahsediyor, gelin ben de size İsfandiyar ve Rüstem’in hikayelerini anlatayım.” diye insanları bu yönde ikna etmeye çalışırdı.
Kendince Kur’an’daki kıssalara alternatifler oluşturabileceğini düşünüyor ve buna inanarak mücadele ediyordu. Bir gün Resulullah(s.a.v.) ebu Uhayha Said bin As isminde birisine tebliğde bulunuyordu. Tebliğden sonra ebu Uhayha etrafındakilere: “Vallahi o semadan konuşuyor.” diye anlatmaya başladı. Bunu gören Nadr hemen ebu Uhayha’nın yanına gitti ve: “O bizim ilahlarımıza laf söylüyor. Atalarımızın dedelerimizin cehennemde yanacaklarını söyleyip bizim gibi kendisine tâbi olmayanları da şiddetli bir azapla tehdit edip duruyor. Vallahi zaten bir elçi gelecek olsa herkesten evvel ona ben tâbi olurum ve ondan bile daha ciddi, hamiyetli çalışır onun yoluna revan olurum.” diyor. Konuşmanın sonunda ebu Uhayha’nın fikri tekrar değişiyor ve Mekke müşrikleriyle el ele verip sürekli Efendimiz(s.a.v.) aleyhine çalışan adamlardan birisi haline geliyor.Bir gün Allah Resulü(s.a.v.) ahireti, haşri, öldükten sonra dirilişi anlatırken Nadr bin Haris yerden bir kemik alıyor ve kemiği ufalayarak: “Bu kurumuş kemikleri mi diriltecek senin ilahın?” diyor ve ardından Yasin suresinden ayet iniyor.
“Kendi yaratılışlarını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor: ‘Şu çürümüş kemiklere can verecekmiş.’ diyor. De ki: ‘Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.’” (Yasin suresi, 78/79)
Halid bin Velid’in(r.a.) babası olan Velid bin Muğire ilk ayetler indiği anda onların vahiy olduğunu anlıyor ama köşeye geçip kendince iç muhasebe, pazarlık yapıyor ve: “Acaba bu ayetlere inandığımı söylesem ticaret yollarıma mani olur mu? Param eksilir mi? Evimi taşımak zorunda kalır mıyım? Dostlarım, sülalem, Kureyş bana ne der?” diye düşünüyor. Velid bin Muğire’nin bu davranışından sonra Müddessir suresinden ayetler iniyor: “Yarattığım o şahsı (cezalandırmak üzere) tek başına bana bırak! Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim; önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi! Hayır, umduğu gibi olmayacak! Çünkü o, ayetlerimize karşı -inatla- direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! O, düşündü, taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti. Sonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. “Bu, olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir, dedi.” Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin sekar nedir? Bitirir ama yok olmaya da bırakmaz; insanları kavurur. Orada on dokuz görevli vardır.”
Velid bin Muğire bu hesabı yaptıktan sonra Kureyşli müşriklerin toplandığı yer olan Darü’n Nedve’ye gidiyor. Zaten kendi içinde inanmama kararı aldığı yetmiyormuş gibi bir de diyor ki: “Muhammed’e taarruzda bulunalım, yoksa o bizim işlerimize ket vuracak.” Darü’n Nedve’de Kureyşlileri topluyor ve Efendimiz’i(s.a.v.) engellemek için projeler üretmeye başlıyor. İlk fikir Velid bin Muğire’den: “Gelin ona şair diyelim.” Nadr bin Haris bu fikir karşısında gülüyor. “O halde büyücü diyelim.” Nadr bin Haris köşede gülmeye devam ediyor. “Buldum Mecnun diyelim.” Nadr bin Haris bu fikre de gülünce Velid bin Muğire dönüyor ve: “Niye gülüyorsun?” diye soruyor. Nadr bin Haris söz alıyor: “Ona şair diyelim diyorsunuz ama onun şiir yazdığını kim görmüş? Mecnun, cinlenmiş diyelim diyorsunuz lakin onun böyle bir tavrına şahit olan var mı? Büyücü diyelim diyorsunuz ama onun büyü yaptığına dair de bir şahidimiz yok.” diyor. Bunun üzerine Velid bin Muğire: “Peki o zaman sen söyle ey Nadr ne diyelim?” deyince Nadr: “Onun için anlattığı ayetlerle anne babalar ile evlatlarının arasını açıyor deyin.” diyor. Nadr yaşanan hadiseleri her yönüyle kendi şerrine alet etmekte oldukça mahir bir müşrik olduğundan onun bu fikri Darü’n Nedve’de onay görüyor ve o saatten sonra bu fikir Mekke’de yayılmaya başlanıyor.
“Muhammed anlattığı ayetlerle anne babalar ile evlatlarının arasını açıyor.” Öyle sinsi bir düşünce ki olağan bir şey aleyhe kullanılarak İslam’a yeni girecek kişilerin kalbine korku salınmaya çalışılıyor. O dönemde İslam’la şereflenen evlatlar, iman etmemiş anne babaları ile zaten imtihan yaşıyorlar. Kâinatın Efendisi’nin(s.a.v.) Uhud Savaşı’nda: “At, ey Sa’d! Anam babam sana feda olsun.” dediği dayısı Sa’d bin ebi Vakkas(r.a.), iman ettiği için annesi Hamne ile imtihana tâbi oluyor. Ailesi, Sa’d’ın(r.a.) Müslüman olduğunu duyunca önce gençlik hevesidir, geçer gider diye düşünüp bir müddet ses çıkarmıyor. Ama Sa’d(r.a.) iman yolunda gayretler göstermeye başlayınca önce söz ile uyarıyor. Baktılar ki Sa’d(r.a.) geri dönmüyor, bu sefer annesi onu iman yolundan alıkoymak için türlü türlü yollara başvuruyor. Sa’d(r.a.) belirli zamanlar annesine İslam’ın mesajlarını, anne babaya verdiği değeri anlatmaya çalışsa da annesi bir türlü atalarının dininden vazgeçmiyor. Her daim İslam’ın mesajlarına karşı büyük bir inat ve öfke ile karşı duruyor. Annesi baktı ki Sa’d(r.a.) yoluna baş koyduğu bu dinden yüz çevirmiyor, Sa’d’ı(r.a.) çok hassas olduğu bir noktadan vurmaya çalışıyor ve: “Eğer sen bu dinden vazgeçmezsen ben hiçbir şey yemeyeceğim, içmeyeceğim ve burada kapının eşiğinde oturup duracağım. Açlıktan ölüp gitsem bile ağzıma bir lokma almayacak ve bu halde öleceğim. Sen de insanların içinde anne katili diye anılacak ve bu işin vicdan azabı ile karşı karşıya kalacaksın.” diyor. Sa’d(r.a.) ne kadar yalvarsa yakarsa da annesini o halden vazgeçiremiyor ve en sonunda annesinin karşısına dikilip: “Vallahi anneciğim! Seni ne kadar sevdiğimi sen benden daha iyi bilirsin. Ama unutma ki seni ne kadar çok seviyorsam bu sevginin on katı hatta daha fazlası kadar Allah(c.c.) ve Resulü’nü(s.a.v.) seviyorum. Eğer birini diğerine feda edeceksem, iyi bil ki feda edeceğim sen olursun, Allah(c.c.) ve Resûlü(s.a.v.) değil. Yeminle söylüyorum ki, yüz canın olsa ve her gün bir tanesi gözümün önünde çıksa ben yine de hak dinimden dönmeyeceğim.” diyor. Anne Hamne üç gün boyunca yemiyor, içmiyor, açlıktan takati kesiliyor, rengi soluyor ve konuşamamaya başlıyor. Bakıyor ki her şeye rağmen oğlu kararlı vazgeçmiyor, bu sefer de onu başka şekillerde caydırma yollarına başvuruyor. İbn Esîr’in bize naklettiğine göre o günlerde anne Hamne, komşularının da yardımı ile Sa’d’ı(r.a.) evinin bir odasına kilitliyor ve: “Ya girdiğin o yeni dini terk edersin ya da açlıktan bu odada ölüp gidersin.” diye tehditler savuruyor. Bu tehditlere rağmen, Sa’d b. ebi Vakkas(r.a.) iman yolunda her daim sarsılmadan duruyor ve en nihayetinde kazanan o oluyor.
Zengin ve soylu ailenin nazenin evladı Musab bin Umeyr(r.a.) de bu imtihanlardan nasibini annesi ile alanlardan. Bir gün Osman bin Talha’nın kendisine Musab’ın(r.a.) namaz kıldığı haberini getirmesi üzerine anne Hunâs: “Nasıl olur da Mekke’nin asil ve soylu genci Muhammed’e tâbi olur; Bilal gibi kölelerle aynı dinde bulunur.” diye deliye dönüyor. Başta sözel uyarılar devamında tehditlerle Musab’ı(r.a.) atalarının dinine dönmeye ikna etmeye çalışsa da bakıyor Musab(r.a.) boyun eğmiyor bu sefer de dil ile söylediği tehditleri uygulamaya döküyor.
Önce onu eve hapsedip İslam’ı inkâr etmesini istiyor, Musab(r.a.) boyun eğmiyor. Bu sefer aç bırakıyor “inkâr et” diyor, Musab(r.a.) yine boyun eğmiyor. Daha dün oğlunun tek bir kılına dünyaları değişmeyen anne, bu sefer de işkencelere başlıyor ve oğlunu kırbaçlıyor. Günlerce süren ikna çabaları, tehdit ve işkenceler en az iki üç yıl çeşitli dönemlerde devam ediyor. Annesi bakıyor ki, oğlunu bunlarla da vazgeçiremiyor bu sefer de başka bir yol deniyor ve Musab’ı(r.a.) karşısına alıp: “Ya Muhammed’in dini ya benim servetim, ikisinden birini seç.” diyor. Bakıyor ki, oğlunun gözünde ne dünya sevgisi ne gelecek kaygısı var ne de mahrum kaldıklarından mahzun olmuş bir hal. Onun tek derdi, davası.
Bu sefer bir evlat için daha zorlu bir imtihana başvurarak: “Ey Musab! Eğer bu dini bırakıp atalarının dinine dönmezsen, Lât’ın, Uzzâ’nın ve Menât’ın üzerine yemin olsun ki ağzıma bir tek lokma almayacak, bir damla su içmeyeceğim. Açlıktan ölüp gitsem de bu halden vazgeçmeyeceğim.” diyor. Bu sözler üzerine Musab(r.a.) annesinin karşısına geçiyor: “Ey anneciğim! Seni ne kadar sevdiğimi sen çok iyi biliyorsun. Sana zarar gelmesinin bana ne kadar ağır geleceğini de biliyorsun. Ama anneciğim, unutma ki ben Rabbimi ve peygamber olarak iman ettiğim elçiyi senden daha çok seviyorum. Onların sevgisi yüreğimi kaplamışken, sen açlıktan ölsen bile ben, dinimden ve davamdan vazgeçmeyeceğim.” diyor.
Kureyş’in şeytanı Nadr’ın hain planı burada da işe yaramıyor. O yüce gönüller buldukları güneşten asla vazgeçmiyor.
Peki insanları sürekli ifsat etmeye çalışan bu yılan dilli adamın akıbeti ne oluyor?
13 yıl Mekke’de Efendimiz’e(s.a.v.) çektirmediği kalmayan Nadr bin Haris, Allah Resulü’nün(s.a.v.) Medine’ye hicretinden sonra 2 yıl da orada hain planlarını uygulamaya devam ediyor. Hicretin 2. yılında Bedir Gazvesi gerçekleşiyor. Bu gazveye kimileri hususi mesuliyetlerinden-Hz. Osman’ın(r.a.) eşinin hastalığı gibi- kimileri de yaşlarının ufak olmasından katılamıyor. Hatta içlerinden hamiyetli bir çocuk kılıcı omzuna astığında kılıç yere sürtüyor. Efendimiz(s.a.v.), yaşı küçük olanları ve mazereti olanları gönderiyor. 313 kişi ve 2 binekle Bedir’e doğru yola çıkıyor. Düşman saflarında 200’ü binekli 950 kişi var. Sayısal çokluğun Allah’ın(c.c.) katında bir değeri olmadığı, Allah’ın(c.c.) yardım ettiğine kimsenin galip gelemeyeceği bir kez daha anlaşılan bu gazvede Müslümanlar galip geliyor ve içlerinde Nadr bin Haris’in de olduğu 70 kişi esir düşüyor. Efendimiz(s.a.v.) ashabı ile esirleri ne yapalım diye istişare ederken o esnada Nadr bin Haris ile göz göze geliyor ve Nadr orada başına gelecek felaketi anlıyor. Nadr bunun üzerine bir kaçış yolu bulmaya çalışıyor ve akrabası olan Musab bin Umeyr’e(r.a.): “Ey Musab biz akraba değil miyiz? Vallahi sen Mekke’de esir düşseydin ben seni yar etmezdim.” diyerek sığınmak istiyor. Hz. Musab(r.a.): “Hayır hayır! İslam bağı geldi asabiyet bağının önüne geçti. Senin bu dine verdiğin zararı kimse vermemiştir. Şimdi hüküm Efendimindir.” diyor ve Allah Resulü(s.a.v.) diğer esirlere dokunmasa bile Nadr bin Haris’in yılan dilinden kurtulmak için onu Hz. Ali’ye(r.a.) teslim edip boynunu vurduruyor.