Ebû Ubeyde bin Cerrâh

Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) Ne Zaman İman Etmiştir?

Ebû Ubeyde(r.a.) henüz yirmi yedi yaşındadır. Günlerden Kadir gecesidir ve İlahi kelamın ilk beş ayeti Efendimiz’e(s.a.v.) emanet olarak inmiştir. Ayetler gelince Efendimiz(s.a.v.), hemen sevgili zevcesi Hatice’sine(r.a.) gidip “Zemmilunî, zemmilunî! Beni örtünüz, beni örtünüz.” demiştir. Efendimiz(s.a.v.) yaşadıklarını kıymetli eşine anlatınca Hatice(r.a.) annemiz anında iman etmiş ve onun o sarsılmaz imanının ardından bu halkaya Ali(r.a.), Zeyd(r.a.) ve Ebûbekir(r.a.) eklenmiştir. Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) gelişiyle Mekke’nin soyluları da iman şerbetini içmeye başlamıştır. Hz. Ebûbekir(r.a.), o güzel gönlünün imana ermesinden sonra, Mekke’de kendi gibi güzel gönüllü ne kadar insan varsa her birinin imanına vesile olmuştur. Kendisi Efendimiz ’in(s.a.v.) kapısına içlerinde Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ın(r.a.) da bulunduğu “Hazreti Osman(r.a.), Osman bin Mazun(r.a.), Ebû Seleme İbni Abd’ul-Esed’den(r.a.) oluşan bir grup götürmüş ve böylece Ebû Ubeyde(r.a.) de saffevvel’e katılan sahâbilerden ve ilklerden olma şerefine nail olmuştur. 

Ebû Ubeyde bin Cerrah hayatı

Bedir Savaşı’nda Babasını Öldüren Sahabe

Ebû Ubeyde b. Cerrah'ın(r.a.) Bedir Savaşı'nda Babası İle Olan İmtihanı

Mekke’de geçen on üç yıl geride kalmış, hicretin ikinci yılında Bedir Harbi zamanı gelmişti. Yetmiş dört tanesi muhacir olan 313 İslâm fedaisi, Bedir’in meydanında kıyasıya bir mücadeleye girişmişlerdi. Ebû Ubeyde(r.a.) de bu mücadelenin içindeydi ve hiçbir yakınlık imtihanı onunki kadar zor olmamıştı. Harpte müşriklerden, Ebû Ubeyde’yi(r.a.) kim görse yolunu değiştiriyordu. Çünkü o, savaş alanında kılıç gibi keskin ve adeta tanınmaz bir insandı. Manevrası tahmin edilmez, nereden çıkacağı da bilinmezdi. Onun savaş stratejisi, daha önce hiç görülmemiş stratejilerden oluşurdu. Bedir’de onu savaş alanında gören herkes yolunu değiştirip kaçmaya çalışırken bir kişi ise sürekli onu arkasından kovalamaktaydı. Babası Abdullah b. Cerrâh… Bedir’de tüm düşman onunla karşı karşıya gelmemek için mücadele ediyor. O da kendini takip eden babası ile karşı karşıya gelmemek için mücadele ediyordu. Yaşı o gün kırk iki olan Ebû Ubeyde(r.a.), babası ile karşı karşıya gelince “Bu dava iman davasıdır. Babaya da bakmaz oğula da bakmaz, çekil önümden.” dese de babası onu dinlemiyordu. Ebû Ubeyde(r.a.) üçüncü sefer karşılaşmalarında babasının ısrarla kendisini öldürmek istemesi karşısında zor durumda kalmış ve asabiyet bağını ayaklar altına alarak bir kılıç darbesi ile babasını öldürmüştü. İşte onun bu tutumu karşısında göğün kapıları açıldı, vahiy dile geldi ve Mücadele Sûresi 22. ayet nüzul oldu: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” 

ebû ubeyde bin cerrah

Uhud Savaşı’nda Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yüzüne batan miğfer halkalarını hangi sahabe çıkarmıştır?

Ebû Ubeyde b. Cerrah'ın(r.a.) Resululllah'a (s.a.v) Olan Sevgisi

Bedir Harbi’nin üzerinden bir yıl geçmiştir. Hicretin üçüncü yılı ve aylardan Şevvaldir. Uhud’un eteklerine müşriklerden 3000 kişilik bir ordu gelir. Efendimiz(s.a.v.) 1000 sahâbi ile savaş meydanına gelirken münafıkların başı Abdullah Bin Übey İbni Selül yolda, o 1000 kişinin 300’ünü kandırıp geri döndürür. Efendimiz(s.a.v.) 3000 kişilik düşmana karşı sadece 700 kişilik bir orduyla kalır. 

Uhud’da büyük bir imtihanın uzantısı olarak Ayneyn Tepesi’ndeki okçu sahâbiler yerlerini terk etmiş ve o terkten sonra Hamza(r.a.), Mus’ab b. Umeyr(r.a.) ve Abdullah ibni Cahş(r.a.) arka arkaya şehit düşmüşlerdir. Mus’ab’ın(r.a.) katili İbn Kamia, Allah Resûlü’nün(s.a.v.) ölmediğini fark edince olanca hırsı ile Efendimiz’e(s.a.v.) yaklaşmış ve elindeki zalim kılıcı ile Allah Resûlü’nün(s.a.v.) mübarek başına birkaç darbe indirmişti. O darbeler Efendimiz’in (s.a.v.) başındaki miğferin demir halkalarının yanaklarına batmasına sebep olmuştu. Müşrikler çekilip Efendimiz(s.a.v.) ve Müslümanlar Uhud Dağı’nın tepesine doğru çıktıklarında, Allah Resûlü(s.a.v.) yanaklarına batan miğfer halkalarından çok mustarip olmuştu. Efendimiz’in(s.a.v.) zorlandığını gören Hz. Ebû Bekir(r.a.): “Ya Resûlallah(s.a.v.)! Müsaade edersen o halkaları çıkarmayı deneyeyim. Belki çıkarabilir, Seni(s.a.v.) o ızdıraptan kurtarabilirim.” dedi. Efendimiz(s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e(r.a.) ‘’Olur’’ der gibi sessizce başını salladı. O kadar zor durumdaydı ki konuşacak takati kalmamıştı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir(r.a.) hazırlanmış ve tam miğferin halkalarını çıkaracakken arkadan biri koşa koşa geldi: “Ey Ebû Bekir(r.a.)! Allah’ın hakkı için bu şerefi bana bırak, Allah rızası için Allah Resülü’nün(s.a.v.) mübarek yüzündeki o halkaların çıkarılmasını bana bırak!” dedi. Samimiyetle bu işi yapmak için müsaade isteyen Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tan(r.a.) başkası değildi. Ebû Ubeyde(r.a.) öyle içten bir talep ile bunu söylemişti ki, Hz. Ebû Bekir(r.a.) hiçbir şey söyleyememiş, hemen o işi arkadaşı Ebû Ubeyde’ye(r.a.) bırakmak için geri çekilmişti. 

Bunun üzerine Ebû Ubeyde(r.a.) hemen harekete geçti. Önce eğildi ve Allah Resûlü’nün(s.a.v.) iki yanağına batan miğferin halkalarına iyice baktı. Halkalar O’nun(s.a.v.) mübarek yanaklarına öyle bir saplanmıştı ki onları çıkarmak çok da kolay olmayacaktı. Biraz düşündü Ebû Ubeyde(r.a.) ve elleriyle çıkarmanın Allah Resûlü’ün(s.a.v.) canını çok yakacağını tahmin etti. Dişleri ile kavrayıp bir çekişte çıkarmalıydı ki Efendimiz’e(s.a.v.) çok fazla acı vermesin. Ebû Ubeyde(r.a.) halkaları dişleri ile çıkarmaya karar verince Efendimiz’e(s.a.v.): “Uzan Ya Resûlullah(s.a.v.)!” dedi. Efendimiz(s.a.v.) uzandı ve Ebû Ubeyde(r.a.), Allah Resülü’nün(s.a.v.) başucuna dizleri üzerine çömeldi. Önce sağ yanağındaki halkayı dişleri ile sıkıca kavradı, “Bismillah!” dedi ve hızlıca çekti. Halka çıkmıştı ama Ebû Ubeyde’nin(r.a.) ön dişlerinden bir tanesi de o halka ile çıkmıştı. Tüm sahâbe heyecanla bu manzarayı seyrediyordu. Ebû Ubeyde(r.a.) çıkan halkayı bir tarafa bıraktı, yüzüne ve ağzına dolan kanları sildi. Hz. Ebû Bekir(r.a.) onun bu halini görünce dayanamadı ve dedi ki: “Ey Ebû Ubeyde! İkinci halkayı da bana bırak!” Ebû Ubeyde(r.a.) yaşlı gözlerle Hz. Ebû Bekir’e(r.a.) baktı ve dedi ki: “Ey Ebû Bekir! Ne olur bu şereften beni mahrum etme! Ne olur benim ile Allah Resûlü’nün(s.a.v.) arasına bu iş için girme!” 

Hz. Ebû Bekir(r.a.) yine geri çekildi. Ebû Ubeyde(r.a.) bu sefer Efendimiz’in(s.a.v.) sol yanağındaki halkaya yöneldi, onu da dişleri ile sıkıca kavradı ve hızlı bir şekilde o halkayı da çıkardı. Bu sefer de ön dişlerinden başka bir tanesini kaybetti. Ebû Ubeyde’nin(r.a.) ağzından kanlar boşalıyordu. Kırılan iki dişinin yerleri kanıyordu. Ama bu onun hiç de umurunda değildi. Onun umurunda olan tek bir şey vardı. O da Allah Resûlü’ne(s.a.v.) ızdırap veren o halkaların çıkarılması… Efendimiz(s.a.v.) yüzünden kanlar akarken uzandığı yerden kalktı, Ebû Ubeyde(r.a.) yaşlı gözlerle Allah Resûlü’ne(s.a.v.) baktı ve dedi ki: “Ya Resûlallah(s.a.v.)! Rahatladın mı? Miğferin acısından kurtulabildin mi?” Efendimiz(s.a.v.) karşısında kendisinin selameti uğruna iki dişini feda eden ümmetinin emini Ebû Ubeyde’ye(r.a.) baktı ve şöyle dedi: “Evet! Ebû Ubeyde! Rahatladım.” (Vakıdi, Kitabü’l-Megazi, c. 1, s. 246, 247; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 410; Hakim, el-Müstedrek, c. 3, s. 27) 

Araplar dişleri olmayana “hetem” derler ve bu olaydan sonra ön dişlerini kaybeden Ebû Ubeyde(r.a.) için Hz. Ebû Bekir(r.a.) “Hetemlik(dişsizlik) bir insana bu kadar mı yakışır?” diye iltifatta bulunur. Bilindiği üzere ağızda bazı dişler olmadan yemek yemek de konuşmak da nefes almak da çok zordur. Ebû Ubeyde Bin Cerrâh(r.a.), en Sevdiği(s.a.v.) için nefsinden vazgeçerek bir kez daha fedakârlığın en güzel örneğini sergilemiştir. 

Teslimiyet ve emniyet denince akla gelen ilk isim – Ebû Ubeyde b. Cerrâh (r.a.)

Teslimiyet ve emniyet denince akla gelen isim yine Ebû Ubeyde Bin Cerrâh(r.a.)’tır. Kendisi Mekke’nin fethi sırasında on bin askerle, dört farklı kapıdan girecek olan komutanlardan birisidir. Tebük’te o vardır, Mute’de o vardır. Veda Haccı’nda yine o vardır. Efendimiz(s.a.v.) neredeyse Ebû Ubeyde(r.a.) de Efendimiz’in(s.a.v.) gölgesi hükmünde her zaman O’nun(s.a.v.) yanındadır. Bir gün Efendimiz(s.a.v.); Ubeyde’yi(r.a.), Amr bin Âs’ın(r.a.) komutan olduğu bir seriyyeye komutan olarak gönderir ve “Ey Ebû Ubeyde(r.a.), sen oraya gidip ordunun komutanı olacaksın. Ama sakın Amr’la(r.a.) ihtilafa düşme!”der. (İbn Hişam, Sire, 4, 272; İbnu’l Esir El- Kâmil, 2, 232) Ebû Ubeyde(r.a.) gerekli ikazı almıştır ve meseleyi o engin ferasetiyle anlamıştır. 

Buyruğu alan Ebû Ubeyde(r.a.), yaklaşık iki yüz- üç yüz kişi ile savaş meydanına gidip Efendimiz’in(s.a.v.) emrini Amr b. Âs’a(r.a.) söyler. Amr(r.a.) ona karşı “Hayır, sen komutan olmaya gelmedin. Sen bana takviye güç olmaya geldin, karıştırıyorsun.” der. Ebû Ubeyde Bin Cerrâh(r.a.) ile gelen diğer sahâbiler: “Biz de oradaydık, bizde şahidiz. Efendimiz(s.a.v.) onu komutan seçti.” dese de Ebû Ubeyde(r.a.), Efendimiz’in(s.a.v.) hadisini hatırlar ve “Susun, şu andan itibaren ben de sizde Amr’ın(r.a.) birer askeri ve neferiyiz”der. Ebû Ubeyde’nin(r.a.) bu tavrı başta Hz. Ömer(r.a.) olmak üzere, birçok sahabînin itirazına sebep olmuşsa da o, bu itirazlara hiç aldırış etmeden sıradan bir er gibi Amr b. Âs’a(r.a.) itaat eder. Olay daha sonra Allah Resûlü’ne(s.a.v.) intikal edince Efendimiz (sav,) Ebû Ubeyde’nin(r.a.) bu tavrını beğenir ve onun hakkında: “Allah Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı(r.a.) rahmetiyle esirgesin!” diye hâyır duâlarında bulunur. (İbn Kesir, el-Bidaye, c. 4, s. 275) 

Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.)

Ebû Ubeyde b. Cerrah’ın (r.a.) Efendimiz’e (s.a.v.) teslimiyeti nasıldı?

Habat Seriyyesi

Efendimiz(s.a.v.) bir gün başlarında Ebû Ubeyde’nin(r.a.) bulunduğu iki yüz- üç yüz sahâbiyi, “Habat” denilen bir seriyyeye gönderir. Ama Efendimiz(s.a.v.) bu iki yüz- üç yüz sahâbiyi gittikleri seriyyeye sadece bir kilo hurmayla gönderir. Çünkü Medine de kıtlık dönemidir. Efendimiz(s.a.v.) yola çıkmadan Ebû Ubeyde’ye(r.a.): “Ey Ebû Ubeyde(r.a.)! Allah size katından rızık gönderecektir.” müjdesini verir ve sahâbiler her gün bir, bilemedin iki hurmayı alıp ucundan ısırıp, emerek yollarına devam ederler. 

Seriyyede sahâbiler hurmalar bittikten sonra yaprak yemeye başlarlar. Bu yüzden de seriyyenin adı “Habat Seriyyesi” olur. Ama birazdan ifade edilecek olan hadiseden sonra bu seriyeye, “hud” yani “balık, balina seriyyesi” denilse abes olmayacaktır. Çünkü açlıktan bitap düşmüş halde Bizans’ın sahil kesimine ulaşmış iki yüz- üç yüz kişilik ordu, çok zor durumda oldukları bir anda koca bir balinayı kıyıya vurmuş halde bulurlar. Normalde o suların olduğu alan neredeyse Ekvator kuşağıdır ve beş dereceden daha sıcak bir suya inemeyen ve asıl yaşam alanı kutuplar olan o balinanın kıyıya vurmuş olması insan aklının alacağı bir hadise değildir. O balina o suya nasıl vurur? Allah sana o rızkı yazdıysa vurur işte. Sahâbiler balinayı görünce birden ortalık düğün, bayram yeri olmuştur. Birkaçı “Denizden çıkmış ölü bir eti yesek mi, yemesek mi?” diye sorduklarında, Ebû Ubeyde Bin Cerrâh(r.a.): “Önce yiyeceğiz, sonra da Efendimiz’e(s.a.v.) soracağız.” demiş ve orada balığı yemişlerdir. Hatta ilk kez bir seriyyeden sonra sahâbilerin kilo alarak döndükleri rivayet edilmiştir. Sahâbiler seriyyeden döndükten sonra Efendimiz’e(s.a.v.): “Ya Resûlallah(s.a.v.)! Böyle bir olay oldu. Bir balina kıyıya vurmuş ve biz de o balinayı yedik. Acaba bu konu hakkındaki durum nedir?” diye sorduklarında Efendimiz(s.a.v.) “Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir.” buyurur. Efendimiz(s.a.v.) “Yanınızda getirdiniz mi o balıktan?” diye sual edince bir sahâbi: “Ben kuruttum, getirdim Ya Resûlallah(s.a.v.)” der. Böylece Efendimiz’de(s.a.v.) gelen o balıktan yer. 

Ümmetin emini – Ebû Ubeyde b. Cerrâh (r.a.)

Yemenliler bir gün Efendimiz’den(s.a.v.) bir Kur’an muallimi isterler ve Efendimiz(s.a.v.): “Her ümmetin bir emini vardır. Ey ümmet! Bizim eminimiz ise Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır.” (Buhari, Fezailu’l-Ashab 21, Megazi 72; Müslim, Fezailu’l-Ashab 53, 54) buyurarak onlara Ebû Ubeyde’yi(r.a.) gönderir. Hicretin dokuzuncu yılı “Heyetler Yılı” diye geçer ve çok fazla insan, İslâm’ı tanımak için Müslümanların yanına gelir. O gelen kabilelerden biri de Necran Hristiyanlarıdır. Onlar gereksiz ve abes çok soru sorduklarından, en son Efendimiz(s.a.v.) onları yeminleşmeye çağırır. Ama onlar yeminleşmekten de korktuklarından, Hristiyanlıktan dönmeseler bile cizye vermeyi kabul ederler ve Efendimiz’e(s.a.v.) “Bize bu noktaları öğretecek ve bizden o cizyeyi toplayacak içinizden hayırlı bir sahâbiyi gönder” derler. Efendimiz(s.a.v.) onlara: “Size yarın ümmetimden emin olan, hayırlılardan bir tanesini, öğle namazında vereceğim.” deyince Hz. Ömer(r.a.) heyecanlanarak “Acaba o ben miyim?” diye düşünür ve öğle namazında gelip en ön safta oturur. Ama Efendimiz(s.a.v.) orada  Ebû Ubeyde Bin Cerrâh’ı(r.a.) seçer. 

Dünyanın değiştiremediği adam- Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.)

Kudüs'ü Fetheden Komutan

Hıristiyanlar Kudüs'ün Anahtarını Neden Hz. Ömer'e (r.a.) Teslim Etmek İstemişlerdir?

HZ. Ömer (r.a.) Kıyamet Kilisesinde Namaz Kılmış mıdır?

Hicretin on yedinci yılı, Efendimiz’in(s.a.v.) dünyadan ayrıldığı zaman diliminde Kudüs fethedilir ve orayı fetheden komutan Ebû Ubeyde Bin Cerrâh(r.a.)’tır. Kudüs’te o günkü Hristiyanların “Bize halifeniz gelsin. Biz anahtarı ancak ona teslim edeceğiz.” diye bir arzusu vardır. Onlara ne kadar “Siz emniyette olacaksınız, hayatlarınız değişmeyecek.” dense de onlar ısrarla halifenin gelmesini talep etmişlerdir. Çünkü “Daha önce siz emniyette olacaksınız diyenler burada kan döktüler” demişlerdir. Kendilerinin kan dökmediği bir yer olmadığı için başlarına da hep öyle şeyler gelmiştir. Onlar bu sebepten, adaletiyle âleme nam salmış, ağzından çıkanla muamelatı aynı olan Hz. Ömer’i(r.a.) istemişlerdir. Kudüs Yahudiler için, Hristiyanlar için hatta Persliler için bile önemli bir yerdir. Bu belde kırk küsur defa saldırıya uğrar ve bu saldırıların çoğunda şehir yerle bir edilir. Kudüs ne zaman Hz. Ömer’in(r.a.), Selâhaddîn Eyyûbi’nin, Osmanlı Devleti’nin eline geçse ancak o zaman huzur bulmuştur. Sahâbiler Hz. Ömer’e(r.a.) “Gitme, biz zaten savaşın galibiyiz. Böyle bir riske gerek yok!” deseler de mecliste bulunan bir kahraman yine yiğitçe çıkacak ve “Gitmelisin ve kıyamete kadar ümmete Kudüs’ün değerini öğretmelisin.” diyecektir. İşte bu yiğit Haydar-ı Kerrar Hz. Ali(r.a.)’dir. 

Hz. Ali’nin(r.a.) bu cümlesi üzerine Hz. Ömer(r.a.), bir hizmetlisi ile deve sırtında 1500 kilometre boyunca gider ve hümanizmi, insanlığı öğretmeye çalışanlara ders olacak bir hadise bu esnada yaşanır. Yol boyunca deveye sırasıyla bir Hz.Ömer(r.a.), bir hizmetlisi biner. Bu tabloyu görenler: “İşte bize rivayetlerde bildirilen zat budur. Kırk yamalı cübbesi ile gelip anahtarı alacak olan zat budur.” diyerek gözyaşlarını tutamazlar. O gün bir papaz anahtarı teslim ederken ağlar. Ona “Sana emniyette, güvende olacaksınız, size ilişmeyeceğiz dememize rağmen niye ağlıyorsun?” diye sorulduğunda “Vallahi sizde bu ahlak, bu dayanışma oldukça Kudüs bize geri gelmeyecektir. Ben ona ağlıyorum” der. 

Hz. Ömer(r.a.) Kudüs’e vardığında kadim dostu Ebû Ubeyde İbni Cerrâh’ı(r.a.) görür ve bu iki dost dakikalarca birbirlerinin ellerini öpmeye çalışırlar. Aralarında böyle sevgi dolu bir muhabbet vardır. Hz.Ömer(r.a.), Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a(r.a.) “Kardeşim seni çok özledim. Cihat olmasaydı seni hep yanımda görmek isterdim” der. Ebû Ubeyde(r.a.) ise ona “Biz buraya buluşmaya gelmedik Ömer(r.a.)! Biz seninle cennette buluşacağız. Burası İslâm sancağını ötelere götürme yeridir, dava meydanıdır. Kavuşmalar ahirete, kavuşmalar ayrılığın olmadığı diyarlaradır.” diye karşılık verir. 

İşler bitince Hazreti Ömer(r.a.), Ebû Ubeyde Bin Cerrâh’a(r.a.): “Hadi beni çadırına götür de bir dinleneyim, iki lokma bir şey yiyeyim. Bir yorgunluk çöktü.” der ve Ebû Ubeyde(r.a.) onu çadırına götürür. Üç kıtaya yayılmış İslâm ordularının genel komutanının çadırına giren Hz. Ömer(r.a.) gördüğü manzara karşısında gözyaşlarını tutamayarak “Ey kardeşim! Dünya seni hiç değiştiremedi ve değiştiremeyecek. Sen dünyanın değiştiremediği adamsın.” der. Çünkü o çadırda sadece bir tane keçeden döşek vardır. 

Hz. Ömer(r.a.) bir tepeden Kudüs’ü seyrederken “Mekke’de ne dönemler yaşamıştık. Şimdi üç kıta bizim hükümdarlığımızdadır.” diyerek duygulanır ve orada “Allahu ekber!” diye bağırır. Bunun üzerine diğer sahâbiler de aynı duyguyu yaşar ve “Allahu ekber!” diye bağırırlar. Günümüzde oraya Tekbir Tepesi denilmektedir. Namaz vakti gelince oradaki insanlar tarafından Hz.Ömer’e(r.a.) Kıyamet Kilisesi’nde namaz kılması teklif edilir. Hz. Ömer(r.a.) ise onlara “Hayır, ben burada kılmayacağım” diye cevap verir. Rivayetlere göre bunun iki sebebi vardır. Bu nedenlerden biri, “Ben burada namaz kılarsam, burası halifenin yurdudur diyerek ileride size vermezler.” düşüncesidir. Diğeri ise kilisenin içinde iki metre uzunlukta Hz. İsa(as) figürü ve benzeri figürlerin bulunmasıdır. Hz. Ömer(r.a.) böyle bir yerde namaz kılmak istememiştir. 

Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) Bizans ile savaştan neden geri çekilmiştir? ​

Rumların Ecnadeyn Savaşı’nda aldıkları büyük yenilgi ve Müslümanlar karşısında Dımaşk ve daha birçok şehirlerini kaybetmeleri, Bizanslıları ciddi şekilde kaygılandırmaya başlamıştı. Müslümanlar bölgenin en önemli şehirlerinden İliyâ(Kudüs) ve Kayseriyye gibi önemli şehirleri almak için çalışmalara başlamışlardı. Kuşatma altına alınan bu şehirlerin yöneticileri, Müslümanlara karşı Bizans Devleti yöneticilerinden yardım istemişlerdi. Sonunda Antakya’da bulunan Bizans kralı Heraklius, yaşanan bütün bu kayıplar ve olumsuz gidişe bir son vermek için kapsamlı bir hazırlık yapmaya karar verdi. Heraklius öncelikle Müslümanlar karşısında mağlup olmalarının sebeplerini bulmaya çalıştı. Komutanlarıyla yaptığı toplantıda Müslümanların sayı bakımından kendilerinden daha az oldukları halde, kendilerini nasıl mağlup ettiklerinin sebeplerini inceledi. Bu sebeplerden biri Müslümanların savaş esnasında kaçmamaları; sabırla, adeta yerlerinde çakılıymış gibi durmalarıydı. Halbuki kendi askerleri Müslümanlar hücuma geçince dağılıp gidiyorlardı. Yine bu toplantıda bazı kişiler Müslümanların dinî ve ahlaki durumlarından bahsetti. Müslümanlarla yapılacak savaşa bizzat Heraklius’un da katılmasının askerlerin moral kazanması ve zafere ulaşılması konusunda etkili olacağı belirtildi. (Belazuri, Futuhu’ş şam 1, 160) 

Komutanlarının açıklamalarını dinleyen Heraklius olabildiğince büyük bir ordu hazırlayarak oradaki Müslümanları yok etmeye karar vermişti. Bunun için Şam ve Cezîre bölgesi yanında Ermenistan’daki yöneticilere de hazırlanacak orduya destek vermeleri için emir verdi. Onlara Müslümanların durdurulmaması durumunda bütün ülkede güvenliğin tehlikeye gireceğini belirtti ve bu konuda çeşitli uyarılarda bulundu. Heraklius kendisine bağlı diğer Arap kabilelerine de mektup yazarak, bölgede adeta seferberlik başlatıp büyük bir ordu topladı. Bölge Araplarından askerler de onun bu ordusundaki yerlerini aldılar. Böylece Heraklius; Rum, Ermeni ve Hristiyan Araplardan oluşan ve 100.000’den fazla askeri bulunan ordusunu Ürdün bölgesine gönderdi. (Taberi, Tarih, 3, 570) 

Rumların bu büyük savaş hazırlıklarını öğrenen Ebû Ubeyde(r.a.) ne yapılması, nasıl hareket edilmesi gerektiğini komutanlarıyla istişare etti ve yapılan uzun görüşmeler sonrasında, Dımaşk ve kuzeyindeki Baalbek, Humus ve fethedilen diğer yerlerdeki askerlerin geri çekilmesi ve bütün ağırlığın bu savaşa verilmesi kararı alındı. Toplantıda ayrıca Halife Hz. Ömer’e(r.a.) de haber gönderilip, düşmanlarının bugüne kadar görmedikleri ölçüde büyük bir ordu topladıklarının belirtilmesi ve bunun için acil askerî destek istenmesi kararı alındı. Müslümanlar geri çekilecekleri yerlerdeki halklar ile yaptıkları anlaşmalarda, onların can ve mal güvenliklerinin sağlanması karşılığında onlardan vergi almışlardı. Müslümanlar söz verdikleri sorumluluklarını yerine getiremeyeceklerini belirttikleri için ordu, geri çekilecekleri yerlerden topladıkları vergileri iade etme kararı aldı. Ebû Ubeyde(r.a.) aldığı karar gereğince askerlerini geri çekerken toplanan vergileri yerli halka iade ettirdi. (Belazuri, Futuhu’l Buldan, 160) 

Hz. Ömer (r.a.) ile Ebû Ubeyde B. Cerrah (r.a.) Arasındaki Muhteşem Dostluk

Ebû Ubeyde b. Cerrah'ın (r.a) Vefatı ​

Ebû Ubeyde Bin Cerrâh(r.a.), Suriye Şam civarındayken orada veba salgını baş gösterir. Hz. Ömer(r.a.) Şam yolundayken orada büyük bir salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alır ve gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vazgeçer. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Efendimiz’in(s.a.v.) emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında, Ebû Ubeyde bin Cerrâh(r.a.), Hz. Ömer’e(r.a.): “Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorar. Hz. Ömer(r.a.) ise, onun gibi âlim ve fazilet sahibi bir zattan böyle bir suâli beklemediği için: “Keşke bunu senden başkası söyleseydi Ey Ebû Ubeyde(r.a.)! Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa ve bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen onları verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” der. (Buhârî, Tıb, 30) 

Hz. Ömer’e(r.a.), Ebû Ubeyde’nin(r.a.) yanına gidememiştir ama aklı ve gönlü hep dostundadır. Hz. Ömer(r.a.) bu duygulara daha fazla dayanamaz ve dostu Ebû Ubeyde’ye(r.a.) bir mektup yazar. Mektupta “Ey Ebû Ubeyde(r.a.)! Sana çok acil ve zaruri bir iş için ihtiyacım var. Eğer mektubum sana gece ulaşırsa sabahı bekleme, gündüz ulaşırsa geceyi bekleme, hemen yola çık ve bana doğru yol al.” der. (İbn Esir, el-Kamil, c. 2, s. 358) Mektup Ebû Ubeyde’ye(r.a.) ulaşınca, Ebû Ubeyde(r.a.), Halife Ömer’in(r.a.) bu çağrı ile neyi amaçladığını anlar. Tebessüm eder ve gelen mektubun arka yüzüne cevabını yazarak dostuna gönderir: “Ey Mü’minlerin Emiri! Ben senin bana olan ihtiyacını çok iyi biliyorum. Sen bana isabet edecek bir şeyden beni kurtarmak istiyorsun ama ben, askerlerimi burada bırakıp gelmeyi düşünmüyorum. Bu sefer senin emrini dinlemediğim için özür diliyorum. Ne olur hakkını helal et ve benim burada kalmam için izin ver.” der. 

Mektup Hz. Ömer’e(r.a.) ulaşır ve halife Ömer(r.a.) mektubu okuyunca hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Sahâbiler merakla: “Ey Mü’minlerin Emiri! Ebû Ubeyde(r.a.) yoksa vefat mı etti?” diye sorarlar. Hz. Ömer(r.a.) “Hayır vefat etmedi, ama ölüm ona o kadar yakın ki o şimdi vefat yolundadır.” der. (Taberi, Tarihu’l-Umem ve’l-Mülük, e. 4, s.61) 

Ebû Ubeyde(r.a.), veba hastalığı iyice yayılıp insanları sarsmaya başlayınca, ölümünden önce askerlerine bir konuşma yapar ve onlara çektikleri acıların Allah(cc) yolunda, Resûlullah’ın(s.a.v.) davetini kabul ederek çıktıkları yolda başlarına geldiği için bir rahmet ve güzellik olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade eder. Her insanın günün birinde öleceğini, kendilerinden önceki nice güzel insanların da ölüp gittiğini söyler. (İbnu’l Cevzi, Muntazam, 4, 247) 

Ebû Ubeyde(r.a.) bu konuşmasından kısa süre sonra vebadan ölüm döşeğine düşer ve başında Muâz b. Cebel(r.a.) vardır. Ebû Ubeyde(r.a.) hicrî on sekizinci yılda elli sekiz yaşında yakalandığı bu salgından ötürü vefat eder.  Ölmeden önce ise dostu Ömer’e(r.a.) selam söylemelerini, yanında emanet olarak hiçbir şey bulunmadığını ve kendisini öldüğü bölgede defnetmelerini söyler. 

Ebû Ubeyde(r.a.) son anlarında Müslümanlara şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Size vasiyetim öncelikle daima hayırlı işlere koşmanızdır. Namazınızı kılın, zekâtınızı verin, Ramazan orucunuzu tutun, sadaka vermeyi ihmal etmeyin, hac ve umre yapmaya çalışın. Birbirinize iyilikleri tavsiye edin, gerektiğinde yöneticilerinizi uyarın, ancak onların gözlerini boyayıp aldatmaya kalkışmayın. Dünya nimetlerine kapılarak sonunda öleceğinizi unutmayın. Şunu iyi bilin ki; bin yıl yaşasanız bile sonunda şu anda benim geldiğim gibi siz de ölümün eşiğine geleceksiniz. Selametle kalın.” (İbn-i Asakir, Tarih, 25, 486-487) 

Ebû Ubeyde(r.a.), ölünce yerine vekil olarak Muâz b. Cebel’in(r.a.) geçmesini ister ve onun bıraktığı bayraktarlığa, yine vebadan vefat edene kadar Muâz b. Cebel(r.a.) devam eder. Ebû Ubeyde’nin(r.a.) vefatından sonra cenaze namazını, yerine vekil bıraktığı Muâz(r.a.) kıldırır. Muâz(r.a.) cenaze namazına katılanlara yaptığı konuşmada, Ebû Ubeyde’nin(r.a.) ölümüyle, gönlü iyilik ve güzelliklerle dolu, daima insanların yardımına koşan ve onlara güzel öğütler vererek yol gösteren birini kaybettiklerini söyler. (İbn-i Asakir, Tarih, 25, 487; Nisaburi, Müstedrek, 3, 295-296) 

Ebû Ubeyde(r.a.), vefat ettiği Beysan’a bağlı Amta köyünde defnedilir. Bugün kabri Ürdün’de kendi adını taşıyan “Ebû Ubeyde” köyündedir. 

Ebû Ebeyde b. Cerrah'ın (r.a)  – Tarihçe-i Hayatı

Efendimiz’in(s.a.v.) “Ümmetin Emini” buyurduğu, Hz. Ömer’in(r.a.) “Yaşıyor olsaydı, halife tayin ederdim.” dediği bu kutlu sahâbi, Aşere-i Mübeşşere’den yani cennetle müjdelenmiş on sahâbiden birisidir. Asıl adı Âmir bin Abdullah’tır(r.a.). Ebû Ubeyde(r.a.) künyesidir. Araplar sevdiği çocuklarına “kulcuk” manasına Ubeyde demişlerdir. Efendimiz(s.a.v.) de ilerleyen dönemlerin tamamında ona künyesi ile hitap etmiştir. Milâdî 583’te Mekke’de dünyaya gelen Ebû Ubeyde(r.a.), Efendimiz’den(s.a.v.) on iki yaş küçüktür. Babasının ismi Abdullah Bin Cerrâh’tır. Ebû Ubeyde(r.a.) ismini babasına nispet ederek almamıştır. Eğer ona nispet ederek alsaydı isminin Ebû Ubeyde b. Abdullah olması gerekirdi. O, ismini Mekke’nin büyük ve namlı bir tüccarı olan dedesine nispet ederek almıştır ve onun için adı Ebû Ubeyde b. Cerrâh(r.a.) olmuştur. Annesinin ismi Ümeyye binti Ğanem’dir (r.a.). Ebû Ubeyde’nin(r.a.) “Yezid” ve “Ümeyr” isminde iki tane oğlu olmuştur ama ilerleyen zamanlarda oğullarını kaybedecektir. Bir de “Safiyye(r.a.)” isminde bir kızı vardır. O da ilerde Hz. Ömer’in(r.a.) hanımı olacaktır. Ebû Ubeyde(r.a.) Mekke’nin Harisoğulları kabilesindendir. Harisoğulları ailesi Mekke’de Efendimiz’in(s.a.v.) soy silsilesine en uzak ailelerden biridir. Ebû Ubeyde’nin(r.a.) dedesiyle Efendimiz’in(s.a.v.) dedesi onuncu göbekte birleşirler. O yüzden bu aile akrabalık cihetinde Efendimiz’e(s.a.v.) Mekke’deki diğer ailelere nispeten uzak kalmıştır. 

Küçük yaşlardan itibaren babası Abdullah, Ebû Ubeyde’yi(r.a.) çok iyi yetiştirmiş; bu yetiştirme neticesinde kendisi çok iyi bir okçu, çok iyi bir at binici ve çok iyi bir tüccar olarak toplumda yerini almıştır. İlerleyen zamanlarda da Efendimiz’in(s.a.v.) duâlarıyla çok iyi bir kumandan ve Suffa Mektebi’nin gözde bir âlimi olacaktır. 

Ebû Ubeyde Bin Cerrâh(r.a.) uzun boyludur ve ince bir görünüme sahiptir. Kendisi, savaş meydanında gözün görmediği ve tahmin edilmez incelikteki manevralarından dolayı bir kılıca benzetilmiştir. Mekke’de okuma bilen kişi sayısı çok olsa da hem okuma hem yazma bilen sınırlı sayıda insan vardır. Ebû Ubeyde(r.a.) kıvraklığının ve çevikliğinin yanında Mekke’de okuma yazma bilen 15-17 kişiden biridir. 

Abdullah ibni Âmir(r.a.) konuyla bağlantılı olarak şunları söylemiştir: “Mekke’de üç kişi vardı. Konuştuğunda en güzeli söyler, kalbe dokunur ve asla muhatabının açığını aramazdı. Onlar: Ebû Bekir(r.a.), Osman bin Affan(r.a.) ve Ebû Ubeyde Bin Cerrâh’tı (r.a.).” 

 

Yazar : Mehmet Yıldız

BENZER MAKALELER