- Abdurrahman b. Avf (r.a.) Kimdir?
- Abdurrahman b. Avf (r.a.) Nasıl İman Etmiştir?
- Abdurrahman b. Avf (r.a.) Hangi Savaşlara Katılmıştır?
- Resulullah'ın (s.a.v.) Arkasında Namaz Kıldığı Sahabe Kimdir?
- Resulullah (s.a.v.), Abdurrahman b. Avf'ın (r.a.) Arkasında Ne Zaman Namaz Kılmıştır?
- Resulullah'a (s.a.v.) İmam Olan Sahabe – Abdurrahman b. Avf(r.a.)
- Abdurrahman b. Avf’in(r.a.) Cennetle Müjdelenmesi
- Efendimiz (s.a.v.) Mescide Gelen Kişiyi Neden Geri Göndermiştir?
- Abdurrahman b. Avf (r.a.) Nasıl Bu Kadar Zengin Olmuştur?
- Abdurrahman b. Avf’ın (r.a) İyi Bir Tüccar Olmasının Altında Yatan Sebepler Nelerdir?
- Abdurrahman b. Avf (r.a.) Vefatından Sonra Kalan Servetini Kime Bırakmıştır?
- Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) Cenaze Namazını Kim Kıldırmıştır?
Abdurrahman b. Avf (r.a.) Kimdir?
Hz. Abdurrahman(r.a.), Amine annemizin de kabilesi olan Benî Zühre kabilesindendir. Kabilenin neredeyse tamamı tüccardır ve bu kabilenin bireyleri genellikle ticaret için kışın Yemen’e, yazın da Şam’a giderler. Abdurrahman ibni Avf’ın(r.a.) cahiliye dönemindeki ismi Abdüamr’dır. (İbn Hişâm, siret 1,333; vakıdi, megazi,1,132) Abd kul, Abdüamr ise Amr’ın kulu manasına gelmektedir. Kendisinin kimi rivayete göre yetmiş beş yıl, kimi rivayete göre de yetmiş iki yıl süren bereketli bir ömrü vardır. Kendisi yirmi sekiz yaşında nübüvvet ile tanışma bahtiyarlığına erişmiştir. Babasının ismi kaynaklarda Avf b. Abdi veyahut Avf b. Hâris olarak geçmektedir. Annesi Şifâ Hatun diye bilinen Şifâ binti Avf(r.a.)’tır. Annesi Efendimiz’in(s.a.v.) doğumunu yaptıran kişidir, yani O’nun(s.a.v.) ebesidir. Abdurrahmân ibni Avf(r.a.), hem tüccar hem komutanlık yapan bir asker hem de fakih yani fıkıh bilginidir. Kendisi bulduğu her fırsatta Resûlullah’ın(s.a.v.) yanında olmuş; Habeşistan hicretleri, sefer ve gazveler hariç neredeyse O’nun(s.a.v.) yanından hiç ayrıl mamıştır. Efendimiz’in(s.a.v.) Hicrî onuncu yılın (M. 632) Zilkade ayında, hac yapmaya karar verdiği dönemde Resûlullah(s.a.v.) ile hac yapmaya giden isimlerden biri de Abdurrahmân bin Avf’tır(r.a.). Kendisi Efendimiz’in(s.a.v.) mübarek naaşını kabre indiren dört sahâbeden birisi olma şerefine de nail olmuştur. İslâm’ın ilk zamanlarından itibaren Resûlullah’ın(s.a.v.) yanından hiç ayrılmayan böyle bir sahâbe bunca şahitliğine rağmen bize toplamda sadece altmış beş hadis rivayet etmiştir.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) Nasıl İman Etmiştir?
Hz. Abdurrahman(r.a.), Amine annemizin de kabilesi olan Benî Zühre kabilesindendir. Kabilenin neredeyse tamamı tüccardır ve bu kabilenin bireyleri genellikle ticaret için kışın Yemen’e yazın da Şam’a giderler.
Yıllar geçer, Abdurrahman b. Avf(r.a.) yirmi sekiz yaşına gelir ve bir gün yine Yemen’e ticaret için gider. Yemen’de ticaretin dışında bazı meseleler kendisine sorulur ve Hz. Abdurrahman(r.a.) bir anda yıllardır yüreğindeki fırtınaları durduracak birinin geleceğinden haberdar olur. Yemen’de misafir olduğu evin yaşlı sahibi, Mekke’nin Varaka b. Nevfel’ine benzeyen Askalân b. Avâkin el-Himyeri’dir. (İbn Hacer, isabe 2. Cild 1463) Askalân b. Avâkin’de gözü yollarda olan herkes gibi gelecek son Nebi’yi bekleyen bir âlimdir. Bu âlim zatlar geçmiş kitapların bilgilerine dayanarak Faran Dağları’ndan bir güneşin doğacağını çok iyi bildiklerinden “Mekke’de Faran Dağları’ndan bir peygamber gelecek.” diye rivayetlerde bulunurlar. Askalân b. Avâkin de elindeki kitaplardan keşfettiği bilgilerden yola çıkarak bu yıllarda beklenen o peygamberin geleceğini sezdiğinden bununla alakalı haberleri insanlarla paylaşmaya başlar. Aslında yüzler hep bir yöne bakar, parmaklar hep birini gösterir, diller hep birini konuşur. Konuşulan Tevrat’ın Musaddık’ı, İncil’in Ahmed’idir ama daha sema dile gelmemiş, beklenen vuslat gerçekleşmemiş ve nübüvvet tayini olmamıştır. Kur’an bereketli sofrasını açmamış, cümle âlem Muhammed(s.a.v.) demeye başlamamıştır. Abdurrahman b. Avf(r.a.) ise Yemenli bu zatın söylediklerinin etkisinde öyle bir kalmıştır ki günlerce zihni o konuşulanlarla meşgul olmuş, hatta nübüvvet öncesi bu bilgilerden kısmen yakın dostu Ebû Bekir’i(r.a.) de haberdar etmiştir. Bu sebeple Efendimiz’e(s.a.v.) ilk beş ayetin nüzul olmasıyla iman eden Hz. Ebû Bekir(r.a.) iki gün sonra kendisini İslâm’a davet edince Abdurrahman b. Avf(r.a.), onun davetini tereddütsüz kabul etmiştir. (İbn Hacer, isabe 2. Cild 1464)
Hz. Ebû Bekir(r.a.) ilk inen beş ayet Mekke’nin sokaklarında konuşulurken içlerinde Abdurrahman b. Avf’ın(r.a.) da bulunduğu beş insanın elinden tutarak onları Efendimiz’in(s.a.v.) önüne getirir. Bu kişiler; Osman bin Maz‘ûn(r.a.), Ebû Seleme(r.a.), Abdurrahman b. Avf(r.a.), Hz. Osman(r.a.) ve Ebû Ubeyde b. Cerrah(r.a.)’tır. Efendimiz(s.a.v.) o dönemlerde Hz. Ebû Bekir’e(r.a.); “Ey Ebû Bekir dikkat et! Herkese davet gönderme!” buyurur. Zîra Efendimiz(s.a.v.) ilk etapta insanlara, “Bana ayetler geldi, haydi iman edin!” diye bir anda toplu bir tebliğde bulunmaz. İçinde bulunulan zaman ve toplumun şartları gereği gizli ve hususî davetler gönderir. Çünkü Mekke’nin en zorlu dönemlerinde, İslâm’a davetin başlangıcında, “İmana buyur.” diyerek tebliğde bulundukları, davet gönderdikleri insanların onların yüküne yük olacak, o yükün üzerinde oturacak insanlar değil, o yükün altına girip yükü omuzlayacak insanlar olması gerektiği düşünülmektedir. Zaten onca dert varken, tebliğde bulunulan insanların dert olmak yerine derdi paylaşacak insanlar olması elzemdir.
Efendimiz’in(s.a.v.) birisiyle tanıştığında eğer o kişinin ismi kötü bir anlam ihtiva ediyorsa o ismi değiştirme düsturu vardır. Onun için Abdurrahman ibni Avf(r.a.) iman edince Efendimiz’in(s.a.v.) yaptığı ilk iş onun ismini değiştirmek olmuştur. Onun ilk adı Abdül Amridi. Bu isim Amr’ın kulu mânâsını taşıdığından Efendimiz(s.a.v.) bundan hoşnut olmamış ve “Senin adın artık Abdurrahman yani Rahman’ın kulu olsun.” demiştir. (İbn Hişâm, siret 1, 333; vakıdi, megazi, 1, 132) Kendisi o günden sonra hep Abdurrahman ibni Avf(r.a.) diye anılmıştır.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) Hangi Savaşlara Katılmıştır?
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) Kahramanlıkları
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) Bedir Savaşı'ndaki Anısı
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) Sözleri
Abdurrahman ibni Avf(r.a.) ticarette söz sahibidir ama bunun yanında Bedir’in 313 ashâbından, Uhud’un 700 askerinden de birisidir.
Kendisi hicretin ikinci yılı gerçekleşen ve iman ile inkârın ilk büyük karşılaşması olan Bedir Savaşı’nda çok büyük kahramanlıklar göstermiştir. Hatta savaşta Efendimiz(s.a.v.) onu bir ara göremeyince bir sahâbiye sordu. Sahâbi: “Yâ Resûlullah(s.a.v.), onu dağın eteğinde gördüm. Başına bir sürü müşrik toplanmıştı. Ona yardım etmek istedim fakat sizi burada görünce yardımınıza koştum!” dedi. Efendimiz(s.a.v.): “Onun için korkma, çünkü melekler ona yardım etmektedir.” buyurdu.
Daha sonra o sahâbi, Hz. Abdurrahman’ı(r.a.) aramaya çıktı. Yedi kişiyi öldürdüğünü gördü.
“Hepsini sen mi öldürdün?” diye sordu. Hz. Abdurrahman(r.a.): “Şu ikisini ben öldürdüm. Fakat diğerlerini daha önce hiç görmediğim birisi öldürdü.” dedi. Bunun üzerine o sahâbi:
“Allah Resûlü(s.a.v.) doğru söyledi.” diyerek Resûlullah’ı(s.a.v.) tasdik etti. (Sahâbiler ansiklopedisi 1.Cilt sy.96)
Abdurrahmân ibni Avf(r.a.) Bedir günü bir hatırasını şöyle anlatır:
- “Bedir günü sağıma soluma baktım, Ensâr’dan iki gencin arasında olduğumu gördüm. Bundan pek hoşlanmadım. Oysaki daha kuvvetli kimseler arasında bulunmak isterdim. Onlardan biri, arkadaşına duyurmadan bana:
- “Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Ben de:
- “Evet, tanırım! Ne yapacaksın onu?” dedim. Genç:
- “Duyduğuma göre o Rasûlullâh’a(s.a.v.) sövermiş! Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki onu bir görürsem ikimizden biri ölmedikçe ondan ayrılmayacağım!” dedi.
Gencin bu sözlerine hayran kaldım. Öbür genç de aynı şeyleri söyledi. Şimdi bu iki gencin arasında olduğum için büyük bir sürur duyuyordum. Az sonra Ebû Cehil’i harp meydanında dönüp dururken gördüm. Hemen o gençlere işaret ederek:
- “Bakın, işte sorduğunuz kimse!” dedim.
Gençler hemen kılıçlarını sıyırıp Ebû Cehil’e doğru koştular ve onu kılıç darbeleriyle yere serdiler. Bu gençler, Muâz ibni Afrâ(r.a.) ile Muâz ibni Amr(r.a.) idi.” (Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42)
Bedir Harbi’nde kahramanlıkta önde olan Abdurrahman b. Avf(r.a.), Uhud Savaşı’nda da Efendimiz’i(s.a.v.) vücuduyla koruyan sahâbilerden birisidir. Hatta Uhud’da ayağından aldığı yara, sakat kalmasına ve aksayarak yürümesine sebep olmuştur. Rivayetlere göre yirmiden fazla yarası vardır ve Sahâbilerden biri; “Onun yaralarından bir tanesinin çukurunun içerisinde ben elimi gezdiriyordum.” diye nakleder.
Abdurrahman b. Avf’in(r.a.) Cennetle Müjdelenmesi
Bir gün Abdurrahman b. Avf(r.a.) o zamanlar on beş- yirmi bin nüfuslu olan Medine’ye yedi yüz develik kervanı ile gelir. Aişe(r.a.) annemiz kervanın Hz. Abdurrahman’a(r.a.) ait olduğunu öğrenince “Allah onun ticaretini bereketlendirsin. Haberi yok ama onun için Resûlullah’ın(s.a.v.) ‘Abdurrahman bin Avf’ı(r.a.) emekleyerek cennete girerken gördüm.’ dediğini duydum.” demiştir. Bunu duyan bir başka sahâbi haberi Abdurrahman b. Avf’a ulaştırınca Hz. Abdurrahman(r.a.) “Eğer yapabilseydim, cennete yürüyerek girerdim!” der ve o kervanı bütün ağırlıklarıyla Allah yolunda harcamak üzere sadaka olarak verir. (İbni Sad, Tabakât, 3: 93.) Daha sonra Aişe(r.a.) annemiz hadisteki emekleyerek kısmını şerh eder: “Sen cennete sevincinden emekleyerek gideceksin.” mânâsında söyledi Resûlullah(s.a.v.), der.
Abdurrahman b. Avf (r.a.) Nasıl Bu Kadar Zengin Olmuştur?
Efendimiz(s.a.v.) Medine’ye geldiğinde şehri medenî hale getirmek için çeşitli icraatlarda bulunmuştur. Bu icraatlardan ilki Mescid-i Nebevi’nin yanına Suffa Meclisini kurmak olmuştur. Suffa Meclisi ilim çalışmalarında bulunmak amacıyla Efendimiz(s.a.v.) tarafından kurulan ve talebeleri sahâbelerden oluşan bir mekteptir. Bu meclisin açılışının ardından Efendimiz(s.a.v.) “Muâhât” yani “kardeşlik” denilen olayı gerçekleştirmiştir. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 204, 205; İbn Sa’d et-Tabakât, I/238; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd II/63) Bu muâhâtın, Enes b. Mâlik’in evinde Bedir harbinden önce 90 veya 100 kişi arasında yapıldığı rivayet edilir. Efendimiz(s.a.v.) muhacirle ensârı birbirine “Siz birbirinize kardeşsiniz.” diye bağlar. (İbn Sa’d, et-Tabakât, I/238) Muhacir hicret eden demektir ve Mekke’den gelenlere muhacir adı verilmektedir. Ensâr ise “nasara” kökünden gelip yardım eden demektir ve Medine’de yaşayıp muhacirlere kapılarını açan, yardım edenlere de ensâr adı verilmektedir.
Efendimiz(s.a.v.) muhacir olan Abdurrahman ibni Avf’ı(r.a.) ensârdan Sad bin Rebî(r.a.) ile birbirine kardeş kılmıştır. Abdurrahman ibni Avf(r.a.), Sad bin Rebî’nin(r.a.) evine gittiğinde Sa’d(r.a.), Abdurrahman bin Avf ‘a(r.a.) tesettür ayeti henüz inmeden evvel perdeyi açar ve “Eşimin hangisini istersen boşayayım, sen onunla evlen. Bu da malım, onu da ikiye böleyim.” der. Durum karşısında Abdurrahman ibni Avf(r.a.) ise “Onlar sende kalsın, sen bana bir ip ver bir de pazarın yolunu göster.” der. Abdurrahman ibni Avf(r.a.) on beş gün boyunca o iple Beni Kaynuka çarşısında yük taşır. Oradan biriktirdiği parayı ticarette kullanarak mal alıp satar. Daha sonra da Sa’d b. Rebi’ye(r.a.) daha fazla yük olmamak için kendisine ev tutar. Allah onun önünü öyle bir açar ki; çok kısa bir süre sonra o bölgenin de en varlıklı adamlarından birisi haline gelir. İşte Allah bir insana kapı açtı mı, bir iple bile açar. Abdurrahman ibni Avf(r.a.), ensârdan “kardeşlerinin gönlü olsun” diye Medineli bir hanım ile evlenir. Bir gün sadece damatların kullandığı ‘zâferan’(safran) kokusunu üzerine sürüp Efendimiz’in(s.a.v.) yanına gider. Efendimiz(s.a.v.) kokuyu fark edince anlar ve “Abdurrahman(r.a.) ne oldu, yoksa evlendin mi?” diye sorar. “Evet yâ Resûlallah(s.a.v.), vallahi durumlar böyledir. Ben de ensârdan bir hanımla evlendim.” deyince Efendimiz(s.a.v.) çok memnun olur ve “Peki, ona mehir olarak ne verdin?” der. Abdurrahman b. Avf(r.a.), küçük bir miktar altını mehir olarak verdiğini söyleyince Efendimiz(s.a.v.) “Bir koyunla da olsa düğün yemeği ver!” buyurur. O da düğün yemeği verir. (İbn Sâ’d tabakat, 3,136)
Efendimiz(s.a.v.) ona orada, “Yâ Râbbi! Sen onun işini ve malını bereketlendir.” diye dua eder ve Abdurrahman b. Avf(r.a.) bu duayı duyunca öyle bir sevinir ki, o gün için elde ettiği bu müjdenin hayatının en büyük kazancı olduğunu söyler. Der ki: “Bu duayı Allah Resûlü(s.a.v.) bana yapınca işlerim öyle bereketlendi ki hangi işe el atsam o iş aldı başını yürüdü. Hangi taşı kaldırsam sanki altından gümüşler, altınlar çıktı. Elime aldığım teneke dahi olsa o bile bereketlendi ve altın, gümüşe döndü.” (Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned, 1: 91)
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a) İyi Bir Tüccar Olmasının Altında Yatan Sebepler Nelerdir?
Bir gün bazı ticaret sahipleri gelir ve Abdurrahman b. Avf’a sorar: “Yâ Abdurrahman, vallahi bizde seninle aynı ticareti yapıyoruz. Hatta daha çok mücadele ediyor, malı nerden alıyorsan oradan alıyor, kime satıyorsan ona satıyoruz. Nasıl oluyor da biz senin kadar varlıklı, iyi bir tüccar olamadık?” Abdurrahman ibni Avf(r.a.) cevap verir ve: “Benim iyi bir tüccar olmamın birkaç sebebi var. İlk sebep, ben peygamber duası aldım. İkinci sebep ise semahati, yani ticarette kolaylığı hiç bırakmadım.” der. Semahat, kolaylık ve cömertlik sahibi olmak; ticarette alırken de satarken de karşıdaki insanı zora sokmamak, hep kolay olanı tercih ederek bu konuda rahat davranmak demektir ve Efendimiz‘in(s.a.v.) tüccarlara en önemli tavsiyelerinden biridir. Bu konuda Hz. Osman’ın(r.a.) rivayet ettiği şu hadis, tüm tüccarların korumaları gereken bir ilke olmalıdır. Efendimiz(s.a.v.) buyurmuşlardır ki: “Gerek satıcı ve gerekse alıcı iken kolaylık gösteren kimseyi Allah (c.c.) cennetine koydu.” (İbn Mâce, “Ticarât”, 28.)
Abdurrahman ibni Avf(r.a.), edeceği kârın 1 ya da 1000 olduğuna bakmayıp dükkânına gelen her müşteriyi memnun ederek göndermiştir. Kapısına gelen her müşteriye kolaylık sağlamış, bir şekilde gelenlerin işi görülsün, işleri dönsün diye en cüzi kârla da olsa geleni dükkânından memnun etmeden göndermemiştir. Bu ahlakı günümüz üzerinden düşünürseniz muazzam bir anlayış, eşsiz bir nezaket olduğunu anlarsınız. Bugün iş piyasasındaki tıkanıklığın belki de en önemli sebeplerinden bir tanesi tam da budur.
Abdurrahman b. Avf(r.a.) varlıklı tüccar olmasına üçüncü sebep olarak da “Ben bugün işlerime Allah Azze ve Celle’yi ortak ettim.” düsturunu gösterir. Peki, sizce sadece kazanırken mi ortak eder? Hayır, asıl infak ederken ortak eder.
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) sadakati
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) Vefatı
Abdurrahman b. Avf (r.a.) Vefatından Sonra Kalan Servetini Kime Bırakmıştır?
Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) Cenaze Namazını Kim Kıldırmıştır?
Abdurrahman ibni Avf’ın(r.a.) birçok güzel hasletinin yanında bir de sadakat özelliği vardır ki takdire şayandır. O her daim kök saldığı yerde çiçek açmıştır. Hiçbir zaman yer değiştirmemiştir. Gayrın bahçesinde meyve vermemiştir. Efendimiz’in(s.a.v.) hayatı boyunca O’nun(s.a.v.) yanında nasıl dik durduysa, halifeliği zamanlarında Hz. Ebû Bekir’in(r.a.), Hz. Ömer’in(r.a.) yanında da öyle dik durmuştur. Hz. Ömer’in(r.a.) “Haydi bugün namazı sen kıldır.” diye minbere çıkardığı zat Abdurrahman ibni Avf(r.a.)’dır. Vefatına az kala Hz. Ömer’in(r.a.) oluşturduğu altı kişilik meşveret ekibine başkanlık eden zat yine Abdurrahman ibni Avf(r.a.)’dır.
Kendisi hicretin otuz ikinci yılında, yani takribi yetmiş iki, yetmiş beş yaşlarında vefat eder. Vefatından sonra geriye büyük bir servet bırakır. Saff-ı evveldeki insanların İslâm’ın ilk dönemlerinde yaptıkları işlere kimse yetişemez. Hz. Ömer’in(r.a.) hilafet zamanı yakınları yanına gelirler ve “Ey Ömer(r.a.), ganimet mallarından bize de versen olmaz mı?” derler. Hz. Ömer(r.a.) ise onlara “Bedir’in ashâbı dururken size mi vereceğim?” der. Arkadaş demez, eş dost; can ciğer demez, akraba demez, Bedir’in ashâbını hepsinden önde tutar. Yine İslâm’ın ilk dönemlerinde Erkam b. Ebü’l Erkam(r.a.), Efendimiz’e(s.a.v.) evini verir ve o ev nice sahâbenin içinde yetiştiği “Dârül Erkam” olur. Hz. Erkam(r.a.) evini infak ettikten sonra sayısız cihada katılır, birçok hayırlı amellerde bulunur ama yine de Darül Erkam ile anılır. Abdurrahman b. Avf(r.a.) da aynı onlar gibi saff-ı evveldendir ve vefatından önce mirasından büyük bir payın Allah yolunda harcanmasını ve Bedir ashâbının her birine de dört yüz dinar verilmesini vasiyet bırakır. Onun bıraktığı hediyelerden Hz. Ali(r.a.) ve Hz. Osman(r.a.) da alır. Kimileri Hz. Osman’a(r.a.) “Sen de mi alıyorsun?” deyince Hz. Osman(r.a.) “Bu İbn Avf’tan(r.a.) sadaka değil hediyedir.” diye cevap verir. Hatta Abdurrahman b. Avf’ın(r.a.) bıraktıklarından Zübeyr b. Avvam’da(r.a.) alıp dışarı çıkınca bir tanesi laf atar ve “Zübeyr gibi zengin adam, gelmiş ne yapıyor!” der. Hz. Zübeyr(r.a.) ise ona “Ey filanca! Malında haram olmayan bu adamın malını yemeyeceğim de başkasına mı yedireceğim?” diye karşılık verir. Böyle güzide bir insanın malında öyle bir teberrük, öyle bir bereket görür.
Abdurrahman b. Avf(r.a.) vefatından önce hastalıkların pençesinde zor zamanlar geçirir. Aişe(r.a.) annemiz ona çok değer verdiğinden bu yüce insanı ziyarete gelir. Önce Abdurrahman b. Avf’ın(r.a.) halini sorar, ona Allah Resûlü(s.a.v.) ile geçirdiği günleri hatırlatır ve onun yüreğini rahatlatacak bazı hatıraları söyler. Sonra da “Ey Abdurrahman(r.a.)! Sana bir müjde, kendim için ayırdığım mezar yerini sana vermeye geldim. Allah Resûlü’nün(s.a.v.), babam Ebû Bekir’in(r.a.) ve Müslümanların ikinci halifesi Ömer’in(r.a.) yattığı benim odamda bir kişilik daha yer var ve ben burayı kendime ayırmıştım. Şimdi orayı sana veriyorum.” der. Abdurrahman b. Avf(r.a.) hasta yatağında ağlamaya başlar. Bir taraftan gözlerinden yaşlar boşalan Hz. Abdurrahman(r.a.) bir taraftan da “İbn Avf’ın oğlu ne yaptı ki böyle bir şerefi ve ödülü hak etsin. Ben kimim ki Allah Resûlü’nün(s.a.v.) yanında defnedileyim.” der. Sonra müminlerin annesi Aişe(r.a.) validemize döner ve hem orada bulunan insanları hem de bin dört yüz küsur sene sonra gelen bizleri hayrete düşürecek, “İşte sahâbe bu, işte hayran olduğumuz, yollarına kurban olmamız gereken insanlar bunlar.” dedirtecek şu sözleri söyler. “Ey Anneciğim! Yıllar önce ben, Osman b. Ma’zûn ile aynı gün Müslüman oldum. O günden sonra Osman ile aramızda farklı bir muhabbet gelişti. Sonraları biz birbirimize bir söz verdik. Hangimiz önce ölürse diğerimiz onun yanına defnedilecek ve kabir âleminde dahi birbirimizi yalnız bırakmayacaktık. Biz Medine’ye hicret edince Osman, Medine’de vefat eden ilk muhacir oldu ve beni otuz senedir yalnız bıraktı. Aradan tam otuz sene geçse dahi söz sözdür. Biz Efendimiz’den(s.a.v.) her durum ve şartta verdiğimiz sözleri yerine getirmeyi öğrendik. Bunun için ben şu an bana teklif ettiğiniz, rüyalarımda dahi elde edemeyeceğim Efendimiz’in(s.a.v.) yanında defnedilmeyi kabul edemeyecek ve kardeşim Osman’a verdiğim söz gereği onun yanında defnedileceğim.”
(İbn Sebbe, Tarihu’l-Medineti’l-Münevvere, 1, 115; Muhammed Halid, Rical Havle’r-Resûl, s. 383.)
Bizlere söz nasıl tutulur onu da öğretir. Ölüm döşeğinde bile ulaşılamaz hedefler sunan bir hayat koyar ortaya…
Abdurrahman b. Avf(r.a.) vasiyetini yaptıktan sonra gözlerini bu dünyaya kapasa da ebedi âleme doğru açar. Onun cenaze namazını bazı rivayetler Zübeyr b. Avvâm(r.a.) kıldırdı dese de (İbn Hacer, el-İsabe, II, 1184) halife Hz. Osman(r.a.) kıldırır ve vasiyeti gereği Bakî Kabristanlığında kardeşi Osman b. Maz’ûn’un(r.a.) hemen yanı başına defnedilir. (İbn Hacer, el-İsabe, II, 1184; İbnü’l-Esir, Usdü’l-Gabe, III, 479.) Bugün Baki’ Kabristanlığına varıp Hz. Osman’ın(r.a.) kabrine doğru yürüdüğünüzde Harre şehitlerinin hemen karşısında, Efendimiz’in(s.a.v.) küçük oğlu İbrahim’in kabri şerifinin yanında size çok söz söyleyecek beş mezar ile karşılaşırsınız. O mezarlardan biri Akabe Biatlarının yiğitlerinden Es’ad b. Zürâre(r.a.), diğeri Allah Resûlü’nün(s.a.v.) ilim hazinelerinden Abdullah b. Mes’ûd(r.a.), biri Sa’d b. Ebi Vakkas(r.a.), diğeri Osman b. Maz’ûn’un(r.a.) bir diğeri ise Abdurrahman b. Avf(r.a.)’ındır.
Hz. Abdurrahman’ın(r.a.) cenazesi taşınırken Aşere-i Mübeşşere’nin bir yiğidi olan Sa’d b. Ebi Vakkas(r.a.) “Vacebela, Vacebela… Güle güle Ey Koca Dağ… Güle güle Ey Koca Dağ…” diye haykırır. Hz. Ali(r.a.) “Git ey Avf’ın oğlu, hayatın saf ve duru haline kavuştun. Bulanık halini geride bıraktın.” Amr b. Âs ise “Haydi git, ey Avf’ın oğlu! Gerçekten sen hiçbir şeyi eksik bırakmadın, üzerine düşen dinî ve dünyevî her şeyi tamamladın.”der.
(İbn Sa’d, Tabakât, III, 149.)