Kur’an’da Sabır Nedir? Sabrın Anlamı ve Önemi
Günlük koşuşturma içinde, bazen hayatın ve kendi varlığımızın mucizevi düzenini, yaratılış amacımızı gözden kaçırırız. Sağlıklıyken kalbimizin atışı, organlarımızın uyumu veya hücrelerimizin çalışması bize çok sıradan gelir. Oysa bu kusursuz işleyiş büyük bir kudretin ve hikmetin eseridir.
Aynı şekilde, karşılaştığımız zorluklar, hastalıklar ve sıkıntılar da sadece birer sorun değil; içinde derin anlamlar ve ilahi mesajlar barındıran tecellilerdir. Bu durumda bize düşen en önemli görev, bu olaylara karşı doğru bir duruş sergilemek ve Kur’an ile sünnetin öğrettiği şekilde sabretmektir. Peki ne demektir sabır? Kur’an-ı Kerim’de sabır ifadesinin anlamları nelerdir? Sabır kavramını doğru anlamak, onu hayatımıza doğru şekilde yansıtabilmek için oldukça önemlidir.
Sabır: Boyun Eğmek Değil, Kurtuluşun Anahtarıdır
Hasta olduğumuzda ve tüm maddi çareleri denediğimiz hâlde artık hiçbir yol kalmadığında elimizde yalnızca tek bir ilaç kalır: sabır. O an, hastalığı iyileştirecek ya da ona karşı duruşumuzu şekillendirecek başka bir şey bulamayız. Nitekim eskiler bir deyimde “es-sabru miftâhu’l-ferac” yani “sabır kurtuluşun anahtarıdır” demişlerdir. Ancak biz genellikle sabır denildiğinde, “dişini sıkmak, sessizce katlanmak” gibi yüzeysel anlamları düşünürüz. Oysa sabrın Kur’an’daki anlamını tam olarak idrak edemediğimiz için, bu kavramı doğru bir yere oturtamayız.
Çünkü sabır; sanıldığı gibi boyun eğmek, içe atmak veya sadece dayanmak değildir. Bu şekilde anlaşılan sabır, insanı zamanla yıpratır ve hayattan koparır. Demek ki sabrın başka bir manası vardır.
İçindekiler
Hastalıklarda Sabır ve Allah’a (c.c.) Güven
Sabır; yaşanan olayların yalnızca dış yüzeyine değil, ardındaki hikmet ve mesajlara odaklanabilmektir. İnsan, anlamını bildiği bir acıya daha kolay katlanır. Örneğin biri sebepsiz yere gelip bize bir iğne batırsa, ciddi bir tepki veririz. Oysa aynı acıya, hastanede tedavi amacıyla yapıldığında katlanırız. Çünkü oradaki acının amacını, yani ardındaki hikmeti biliriz. İşte sabır da budur: Musibetlerin içindeki anlamı görebilmek.
Sabır, sadece zorluklara katlanmak değil; Kur’anî bir bakışla olayları anlamaya çalışmaktır. Bu derin bakış, Kur’an’la ve Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetiyle kurulan sağlam bir bağ sayesinde gelişir. Kur’an, her olayın ardındaki ilahi amacı gösteren en doğru kaynaktır.
Allah (c.c), hastalıkları sadece acı vermek için değil; kullarını arındırmak, sabırlarını sınamak ve rahmetini göstermek için verir. Her musibet, içimizdeki Allah (c.c)’ın “Ya Sabur” isminin tecellesini harekete geçirir. Hastalıklar günahları siler, sabrı artırır ve kulluğu derinleştirir.
Ancak bu farkındalık, sadece akılla değil, tecrübeyle kazanılır. Hiç hasta olmamış biri sabrın özünü anlayamaz. Bugünün en büyük sorunu, Allah(c.c)’a güvenin zayıflamış olmasıdır. Bu güven zayıfsa, insan yalnızca acıya odaklanır, hikmeti göremez.
Gerçek sabır, imana dayalı bir bakışla acının içindeki rahmeti fark edebilmektir.
Kur’an’da Sabır ve Bediüzzaman’ın Tedricilik Anlayışı
Sabır kavramı çok katmanlıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, sabrın ikinci manasını “merdivenlerden çıkmak” olarak açıklar. İlk mana hikmeti görmekse, ikincisi süreci adım adım yaşayarak ilerlemeyi kabul etmektir.
“Şüphesiz Allah (c.c.), sabredenlerle beraberdir”, ”İnnallâhe meassâbirîn” (Bakara, 2/153).
Cenab-ı Hak, Hakîm (Hikmet Sahibi) ismi gereğince her şeyi belirli bir düzen ve aşamayla (tedricilik) yaratır. Ev inşa etmek, elmanın olgunlaşması, meslek sahibi olmak; hepsi basamak basamak ilerler. Sabırsız insan bu düzeni saymaz, basamakları atlamaya kalkar ise ya düşer ya da hedefine ulaşamaz.
Dolayısıyla sabır, sadece beklemek ya da sıkıntıya katlanmak değildir. Sabır, Allah (c.c.)’ın kâinatta koyduğu aşamalı işleyiş kanununa uygun şekilde hareket etmektir. Bir doktor sadece diş sıkarak değil, yıllarca sınıf sınıf okuyarak doktor olur. Elma isteyen de sadece istemekle değil; toprağı, tohumu bularak, emekle meyveye ulaşır. Gerçek sabır da budur: diş sıkmak değil, merdivenleri bilinçle çıkmaktır. En büyük problemimiz, birçok İslami kavramın içinin boşaltılmasıdır.
Anahtar kelime “Ya Sabur“. “Ya sabır” değil, “Ya Sabur” demeliyiz, çünkü bu Allah(c.c)’ın bir ismidir. Bunu zikrederken dilimizden geçen sadece bir söz değil, içimizden geçen bir bilinç olmalı.
Sabır ve Anı Yaşamak: Kur’an’da Şimdiki Anın Önemi
Sabrı daha iyi anlayabilmek için Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin, askerini yanlış zamanda yanlış yere yönlendiren komutan benzetmesine bakalım.
Hayal edin ki elinizde yalnızca 20 askerden oluşan bir birlik var. Görevleri, sizi şu anda korumak; zihninizdeki endişelere, kalbinizdeki sıkıntılara karşı savunma hattı kurmak.
Fakat siz bu askerlerin 10’unu geleceğe gönderiyorsunuz. Henüz gelmemiş, sadece birer ihtimal olan sorularla meşguller:
“Ya hastalık ilerlerse?”
“Ya işler yolunda gitmezse?”
“Ya yalnız kalırsam?”
Kalan 10 askeri de geçmişe yolluyorsunuz. Bitmiş olayların gölgesinde devriye geziyorlar:
“Daha önce çok acı çekmiştim.”
“Bana bunu nasıl yaptılar?”
“Neden böyle oldu?”
Ve sonuç?
Şu an için geriye bir tek asker bile kalmıyor.
Savunmasız kalıyorsunuz. Kalbiniz yorgun, zihniniz karmakarışık… Şeytanın vesvesesiyle, nefsin kuruntusuyla baş başa kalıyorsunuz. Çünkü asıl cephe olan “şimdiki an”ı koruyacak hiçbir gücünüz kalmamış.
Oysa Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’de bize şöyle sesleniyor:
“Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.”
(Bakara, 2/286)
Yani üzerimizdeki yük, o an için taşıyabileceğimiz kadardır. Sabrımız da o an için yeterlidir. Fakat biz bu sabır gücünü geçmişe ve geleceğe dağıttığımızda, asıl mücadele alanımız olan “şimdi”de yeniliyoruz.
Çünkü sabır, geçmişin telafisi ya da geleceğin kontrolü değildir. Sabır, şu ana karşı gösterilen dayanıklılıktır. Ne geçmiş düzelir, ne gelecek elimizdedir. Ama şu an, bizim elimizdedir. Ve sabır da tam orada, tam şimdi gereklidir.
Ama bu, bir kitap okuyarak ya da bir anda kavranarak öğrenilecek bir şey değildir. Tıpkı araba sürmeyi öğrenmek gibi sabır da tecrübe ile, hata ile, tekrar ile yerleşir. Her olay yeni bir ders, her imtihan sabrı yerinde kullanma fırsatıdır.
Allah(c.c)'ın Vermesi mi İmtihan? Vermemesi mi İmtihan?
Zihnimizi kurcalayan bir soru: Allah(c.c)’ın sağlık vermesi mi, yoksa hastalıkla sınaması mı imtihandır? Kimi sağlıklı, kimi hastalıklı yaşar. Peki, asıl imtihan hangisi?
Bunu anlamak için kulluk ölçüsüne bakmalıyız. Kim daha çok ibadet ediyor, şükrediyor ve sabrediyor? Genellikle hastalık ve fakirlik imtihan sayılır, oysa sağlık ve zenginlik de en az onlar kadar zordur. Çünkü şükür, sabır kadar yaygın değildir.
Nice insan vardır ki sağlığı onu Allah(c.c)’tan uzaklaştırır. Oysa hastalık, kişiyi Allah(c.c)’a yaklaştırıyorsa, bu görünürdeki eksiklik aslında bir rahmettir. Bazen yıllarca süren bir yara, kulun Rabbine dönüş vesilesi olur. Bu durumda Allah(c.c)’ın vermemesi, aslında büyük bir lütuftur.
Allah(c.c) kulunu hem varlıkla hem yoklukla sınar. Mühim olan, şartlar değişse de kulluğun değişmemesidir. Sağlık günaha götürüyorsa bela, hastalık ahirete yöneltiyorsa nimettir. Asıl tehlike, sabrı kaybetmektir. Bu, beden ağrısından daha derin bir yaradır. O an, yıllarca biriktirilen sevaplar kaybedilebilir. Bu yüzden sabır, sadece acıyı hafifletmez, büyük bir kaybı da önler. Sabır, Allah(c.c)’ın “Ya Sabur” ismine sığınmakla güç bulur.
Tıpkı tehdit anında babasına sığınmayan çocuk gibi, musibet anında Allah(c.c)’a değil de isyana yönelmek, Rabbe güvensizliktir. Bu güvensizliğin en temel nedeni Allah(c.c)’ı hakkıyla tanımamak ve Allah(c.c)’a iman zafiyetidir.
İman Zaafiyeti ve Allah’a Tevekkül: ‘Ya Sabur’ İsminin Önemi
Zorluklar karşısında bu denli çabuk sarsılmamızın ve korkuya kapılmamızın temel sebebi, iman zafiyetidir. Yani, Allah’ı (c.c.) hakkıyla tanımamak ve O’na tam bir güvenle teslim olamamaktır. Eğer Rabbimizi gerçekten tanısaydık, tehlike anında yanındaki babasına güvenmeyip korkuyla ondan kaçan bir çocuk gibi davranmazdık.
Allah’a (c.c.) iman etmedikçe, başka her şeyi bilsek de bu bilgiler gerçek anlamda bir değer taşımaz. Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Cehil’i hatırlayın. Okuma-yazma bilen az sayıdaki insandan biriydi. Zekiydi, yetenekliydi ama Allah(c.c)’ı tanımadığı için cehaletin sembolü oldu. Hâlbuki Efendimiz (s.a.v.) bir dönem onun için bile dua etmişti: “Allah’ım! İki Ömer’den (Ömer b. Hattab ve Amr b. Hişâm-Ebu Cehil) biri ile Sen(c.c.) İslâm’ı aziz kıl, güçlendir” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 95; Hâkim, el-Müstedrek, III, 83.) O denli potansiyeli olan biri, doğru yöne dönmeyince en büyük karanlığa düşebiliyor. Demek ki bilgi tek başına kurtuluş değil; marifet, Allah(c.c)’ı tanımakla başlar.
Evet, ilaçları bilmek, hastaneleri tanımak elbette önemlidir; bunlar fiilî dua hükmündedir. Ama esas sığınmamız gereken yeri unutursak, yani Allah(c.c)’ın “Ya Sabur” ismini kalben tanımazsak, o zaman en güçlü anımızda bile aciz kalırız. Üstad Hazretleri’nin ifadesiyle: “Allah, melce’ ve mence’dir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce’ ve mence’ O’dur.”(Mesnevi-i Nuriye, Habbe) Yani Allah’ın rahmeti, sığınılacak, dayanılacak, medet dilenecek yegâne kapıdır. Kâinattan küsmüş, dünya süslerinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlarımız ancak iman ve ubudiyetle huzura ve salaha kavuşurlar, saadete ererler. Ne mutlu O’nu(c.c) bulanlara, O’na(c.c) iltica edenlere ve kalpten “Ya Sabur” diyebilenlere! Allah(c.c) bizleri de onlardan eylesin. Amin.