Miraç Hadisesi Nasıl Gerçekleşti?
Hz. Muhammed(s.a.v.) Miraç’a Ruhen mi Gitti Bedenen mi Gitti?
Miraç’ın Sırrı Lüzumu Nedir? Miraç’ın Hakikati Yani Ahirete Bakan Yönü, Gerçeği ve Bundaki Hikmet Nedir?
Birkaç Dakikada Binler Sene Mesafeyi Kat Etmek Aklen İmkânsızdır. Efendimiz(s.a.v.) Bunu Nasıl Yapmış, Bu Dünyada Birkaç Dakika Geçmesine Rağmen Binler Sene Mesafeyi Nasıl Kat Etmiştir?
Miraç; uruç etmek, yükselmek demektir. Yani ruhların Allah(c.c.) katına yükselmesi ve Allah Azze Celle’ye muhatap olması demektir. Aslında miraç hadisesi kişinin tam bir varlık sebebidir. Allah’a(c.c.) bir yakınlık, bir kurbiyet hasıl olmasıdır. Miraç yaradılışımızın özü, yaradılışımızın temel gayesidir. Leyle-i miraç, miraç gecesi demektir. Kadir Gecesi’nden sonra Allah’ın(c.c.) razı olduğu gecelerden biri de miraç gecesidir.
Miraç temel manada Efendimiz’in(s.a.v.) kab-ı kavseyni geçip Allah Azze ve Celle ile buluşmasıdır. Genel manada ise herkes için bir Miraç vardır. Peki Miraç’ın gerçekleşmesine gerek var mıydı? Hz. Muhammed(s.a.v.) Miraç’a ruhen mi gitti bedenen mi gitti? Ayette: “Ben kuluma şah damarından daha yakınım.” diyen Allah(c.c.), neden kulu ile görüşmek için bir mekân seçip oraya kulunu getirsin, zaten şah damarından yakın değil mi?
Mesela bir sultanı ele alalım. Bir sultanın biri hususi, diğeri umumi iki çeşit görüşmesi olur. Sultanın kendi mülkünde halktan Ahmet isminde gariban birisi olsun. Bir gün sultan tebdili kıyafetle halkın arasında gezerken görüyor ki, kendi raiyetinde bulunan Ahmet aç kalmış. Onu gördükten sonra hemen makamına dönüyor, bir askerini görevlendiriyor ve: “O garibanı bana çağırın, ona bir kese altın vereceğim, çok ihtiyacı var.” diyor. İşte sultanın gariban Ahmet’le bu şekilde görüşmesi hususi bir görüşme oluyor ve bunu tüm halkın duymasına gerek yok. Ama aynı sultan bir şehre kadı atayacak olsa, kadıyı atarken bir asker gönderip direkt vazifelendirip iş başı ettirmez. Etse biz kadıyı tanımayız. O halde ne yapar? Dellal tutar, ferman yazar, kadıyı huzuruna çağırmadan önce merasimler belki yemekli bir gece hazırlatır. O kadıyı herkesin tanıması bilmesi için bu reklamı yapabileceği belli başlı alanlar, sahalar hazırlatır ve o kadı girer girmez “sultanım merhaba” da diyemez. Önce o törenden geçer, sultan onu özel arabasıyla aldırır. Raiyetini görür, payitahtını gezdirir ve bunun sonucunda o kadı ne kadar büyük bir sultanın karşısına çıktığını anlar ve en sonunda bütün halkın huzurunda kadılığı ilan edilir. Sultan onu şereflendirir: “Bu da benim kadım” der.
Bu ise umumi bir görüşme olur ve umumi görüşmeler, kalabalık içerisinde, bir makamda, cafcaflı olmak zorundadır. Bu umumi görüşme, umumun belli başlı şeyleri bilmesi, o makamın anlaşılması için şarttır. Mesela siz bir dostunuzun odasına çatkapı girip, bir de oradaki çerez tabağından çerez alıp: “Kardeşim napıyorsun, nasılsın?” diyebilirsiniz ama aynı şekilde bir orgeneralin odasına giremezsiniz. Çünkü siz onun makamını bir şekilde bilirsiniz.
Makamın önemi burada çok elzem, çünkü makamı bilen kişiyi de bilir. Mesela bir örnek verelim.
Ali isminde Kırşehirli köyden hiç çıkmamış birisi olsun. Bu Ali, sultan, padişah gibi bir şeyler duymuş ama bu duyumlar onda çok çağrışım yapmıyor. Bir gün biz Ali’ye desek ki: “Ya Ali sen padişahı nasıl bilirsin?” Ali bize: “Vallahi bizim köydeki ağa padişahın o gün bulgurla hangi yemeği yaptığını iyi bilir.” der. Koca padişah bulgurla yemek yapar mı? Onun yemeğini yapmak için ayrı fakülte var ama Ali ona o gözle bakıyor.Padişahın makamını bilmediği için onun kendisi gibi bulgur yediğini sanıyor tek fark olarak daha lezzetli bulgurlar yediğini düşünüyor.
Peki Ali hiç padişahla, saltanatla ilgili bilgisi olmadan padişahla bizzat görüşse ne der? “Sultanım kaç köyün var? Sultanım kaç kuzun var, iyi otlatıyor musun?” der. Niye? Çünkü padişah deyince aklına hiçbir şey gelmediğinden, onun makamını bilmediğinden, saltanatını görmediğinden bir padişah nedir onu anlayamıyor, kendi köyü gibi düşünüyor. Peki biz Ali’yi sultanın karşısına çıkarmadan evvel, üç kıta gezdirsek, emrindeki adamları, hazinesini, hâkimiyetini göstersek, o hâkimiyeti kurmak için yaptığı savaşları-cihatları anlatsak ve bunun sonucunda Ali’yi padişahın huzuruna çıkarsak ne olur? Ali’nin dizinin bağları çözülür, padişahın karşısında düşer kalır.
Birincide gezdirme olmadan çıkardığımız Ali: “Sultanım senin kaç kuzun var?” diye sorarken; ikinci de onun saltanatını gezen Ali, sultanın karşısına çıkmanın sonucunda: “Yahu dizimin bağları çözüldü böyle bir sultana ne diyebilirim?” diye konuşur. O yüzden Allah Azze ve Celle, Efendimiz’e(s.a.v.) şah damarından daha yakın olup orada da mükâmelede bulunabilirdi ama yapmadı saltanatındaki bütün makam ve mekânları gezdirdi, bütün âlemleri dolaştırdı, Cennet’i Cehennem’i, bizim bilmediğimiz kâinat kitabı haricindeki binbir çeşit alemi gezdirdi ki asıl büyüklüğü ondan sonra ortaya çıksın.
Miraç’ın bir sırr-ı lüzumu budur işte. Eğer o gezinti olmasaydı saltanatını bilmeden bir sultanı tanıyacaktı ama o gezinti olduktan sonra Allah Azze ve Celle’yi daha çok tanıdı, daha çok yakınlaştı ve saltanatını bildikten sonra ne yüce ve büyük bir Sultan olduğunu misliyle anladı. İşte Miraç bu yüzden şarttı. Saltanat bilinmeden Sultan bilinemiyor çünkü.
Miraç’ın hakikati yani ahirete bakan yönü, gerçeği ve bundaki hikmet nedir?
Miraç’ın hakikati, Efendimiz’in(s.a.v.) fazilet ve mükemmellik mertebelerinde seyr-i sülukundan ibarettir. Seyr-i süluk, terakki etmek demektir. Bir kişi askerde önce yüzbaşı, sonra binbaşı yükselerek devam etse ve en sonunda general olsa bunun adına seyr-i süluk denir. Bir tıp öğrencisi, birinci sınıfı bitirip ikinci sınıfa geçse, terakkisini devam ettirip en nihayetinde okulu bitirse ve diplomasını eline alsa işte o yoldaki terakkiye seyr-i süluk denir.
Allah(c.c.), umumi bir görüşme için Resulü’nü(s.a.v.) yanına çağırmadan önce bütün saltanatını gezdirmesi ve göstermesi, Efendimiz’in(s.a.v.) bu noktaları hakikatli bir şekilde anlaya anlaya terakki edip yükselmesi de seyr-i süluktür.
Allah Resulü(s.a.v.) bu gezdirme ile her mertebede sultanı tanıdı. “Buraların da mı sahibi? Buraların da mı sahibi” diye diye “sübhanallah” dedi. Demek Miraç’ın hakikati; O Sultan’ın tam yaraşır bir şekilde tanınması için Efendimiz’in(s.a.v.) seyr-i süluk ile terakki etmesiymiş. O seyr-i süluk ve terakki olmazsa Rabbini hakkı ile tanımaz.
Kâinatta sergi olarak açılan her şey ama her şeyin temel amacı Miraç’tır, terakki etmektir. Mesela yumurtanın miracı tavuk olmaktır. Çekirdeğin miracı ağaç olmaktır. Ana rahmine yapışmış embriyonun miracı doğmak, insan olmaktır. Demek kâinatta her şeyin bir miracı vardır ama birisinin bize bu miracın hakikatini anlatması lazımdır. Onun için de bizim bir muallime ihtiyacımız vardır.
Her muallim önce bir talebedir. Allah Resulü(s.a.v.) bize ve kâinata muallimdir ama Allah(c.c.) onu Miraç’a yükseltirken bir talebedir. Orada talep ederek öğrendiklerini hocalık vasfıyla dönerek biz talebelere “bakın bunların hakikati budur” diye anlatmıştır. Peki anlatması şart mıdır? Evet şarttır. Zira Risale-i Nur’da bir cümle geçiyor diyor ki: “Anlaşılmaz bir kitap muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır.” Şimdi ben matematik öğretmeni olarak bir kitap yazsam, kitabın içerisine de matematiğin en ağır meselelerini koysam sonra bu kitabı çiftçilik yapan birisine versem anlar mı? Elbette anlamaz, imkânsız. Ama ben aynı kişiye desem ki: “Gel sana bu kitabı saatliği 300 liradan anlatacak bir öğretmen vereyim.” Ve bu anlatıcı o kişiye: “Kitabın ilk sayfası bunu anlatıyor, ikinci sayfası bunu…” diye tüm kitabı anlatarak devam etse en sonunda o kişide kitap manalanır.
Aynen böyle de bizler de bu kâinat kitabında hiçbir şeyin hikmetini bilmiyoruz. Tavuk bize neden yumurta veriyor bilmiyoruz, ibret ve fikret gözüyle bakmıyoruz. Eğer bir muallim gelip bize: “Bakın bunların hepsi Allah’ın(c.c.) esma tecellisi. Rabbimizi tanımamız için verildi. Bu ilme marifetullah ilmi denir.” demese, tüm bunları bize anlatmasa bu kâinat bizim için bomboş ve manasız kâğıttan ibaret kalır. İşte Miraç’ın hikmeti, Allah Resulü’nün(s.a.v.) seyr-i süluk ile muallim olmasıdır.
Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat etmek aklen imkânsızdır. Efendimiz(s.a.v.) bunu nasıl yapmış, bu dünyada birkaç dakika geçmesine rağmen binler sene mesafeyi nasıl katetmiştir?
Rivayetlerde geçtiğine göre; “Resulullah(s.a.v.) bineği Burak ile Miraç’a çıkıp geldiğinde daha yatağı soğumamıştı, kolunun değdiği dal hala titriyordu.”Bu betimlemelere göre insanın bu hadiseyi ilk başta hemen anlayamaması ve: “Bizim için bir iki dakikalık bir süreyi, nasıl olur da Allah Resulü(s.a.v.) binler sene çapında yaşayabilir biz bunu anlayamıyoruz?” diye sorması çok normal. Zira burada hız sorunsalı vardır.
Kâinat kitabını temaşa ettiğimizde her şeyin hızı birbiri ile aynı değildir. Bir tavuk ile köpeğin koşma hızı birbirinden farklıdır. Işık, sesten daha hızlıdır bunun için de yıldırım çaktığında önce görür sonra sesini duyarız. Buna nazaran elektrik ışıktan, ruh elektrikten, hayal ise hepsinden daha hızlıdır.
Mesela sizinle gözlerimizi kapatsak bir saniye içerisinde kendimizi Maldivler’de tatilde bulabilir ve bundan bir lezzet alabiliriz. Aynen böyle de Cennet’in tasviri de hayal süratinde, ruh vüsatindedir ve insan Cennet’i hayal ettiğinde akıllara zarar bir lezzet alabilir. Miraç’ta Efendimiz’in(s.a.v.) latif cismi, ruhuna tâbi olmuştur ve ruh cisimden daha hızlıdır.
Normal standartlarda, dünyada salondan odamıza gideceğimizi varsaysak, burada ruh bedene tâbi olduğundan bu işlem yavaş gerçekleşir. Ama tam zıttı olsa ve bedenim ruhuma tâbi olsaydı bu işlem bir ışık hızında gerçekleşecekti. Normalde insan bedeni, bin kilometre hız yapamaz. Ama insan bir uçağa binse o bin kilometre hıza kolaylıkla ulaşır. Aynı şekilde bedenini bir füzeye tâbi etse bu sefer, değil bin kilometre yüz bin kilometreye kadar ulaşır. Burada önemli olan neyin neye tâbi olduğudur.
Normal şartlarda bir insan dese ki: “Ben akşama bin kilometre hız yapacağım.” Ona: “Hadi git işine kardeşim.” derler. Ama o kişi bedenini uçağa tâbi etse bin kilometre, trene tâbi etse dört yüz elli kilometre hız yapar. Madem her şeyin hızı birbirinden farklıdır, bir şey bir şeye tâbi olarak hızını değiştirebilir, artırabilir. Aynen bu şekilde Efendimiz’in(s.a.v.) de mübarek cismi ruhuna tâbi olduğu için ruh hızına geçmiştir ve bu akla muhalif değildir.
Maddeye göre zamanlar farklıdır. Bazen aynı zaman dilimini yaşarız ama bu zaman diliminde şehadet aleminde iki saniye geçmişken misal aleminde yıllar geçmiş olabilir. Şu manayı daha iyi anlamak için bir örnek verelim. Kolumuza taktığımız saatte on ibre vardır. Bu ibrelerden ilki saati gösterir, ikincisi dakikayı, üçüncüsü saniyeyi, dördüncüsü saliseyi ve bu şekilde devam ederek onuncusu da aşireyi gösterir.
Bu saatte, saat ibrem bir hareket ilerlediğinde dakika ibrem 60 hareket ilerler. Aynı zaman diliminde farklı hareket yaparlar. Her bir ibreye ilerledikçe bir öncekinin 60 kat fazla hareketini yapar. Şimdi ben o saatin saat ibresine otursam bir mekân gezerim. Dakika ibresine otursam 60 mekân gezerim. Ama aşire ibresine otursam milyonlar mekân gezerim. Şimdi en baştaki sorumuzu tekrar hatırlayalım: “Efendimiz(s.a.v.) birkaç dakika içinde binler sene mesafeyi nasıl geçiyor?” İşte bu cevapla akıllarda en ufak bir şüphe kalmıyor.