Allah Resulü(s.a.v.) Hicretten Sonra Medine’de Ne Gibi Değişiklikler Yaptı? – Medine Münafığı Abdullah bin Übey İbni Selül 

Allah Resulü(s.a.v.) Hicretten Sonra Medine’de Ne Gibi Değişiklikler Yaptı? – Medine Münafığı Abdullah bin Übey İbni Selül 

Medine Dönemi 

Allah Resulü(s.a.v.) Hicretten Sonra Medine’de Ne Gibi Değişiklikler Yaptı?

Medine Münafığı Abdullah bin Übey İbni Selül 

Allah Resulü(s.a.v.) takribi beş yüz sahabe ile Medine’ye hicret ettiğinde Medine’de Evs ve Hazreç kabilesinden iman etmiş bin Ensar, altı bin müşrik, dört bin de Yahudi bulunuyordu. Efendimiz(s.a.v.) Medine’ye yerleştikten sonra ortaya herkesin hukukunu, insanca yaşayabilmesinin koşullarını sağlayan elli iki maddelik inanılmaz bir yasa tasarısı koydu. Bu yasalar herkesi memnun eder yapıda ve adaletli bir şekilde hazırlanmıştı ki kimse itiraz edemedi. Bundan sonra Medine’de gün geçtikçe İslamiyet daha yaygın bir hale geldi ve Medine gruplar halinde Müslüman olmaya başladı. Ama bunun öncesinde Medine’de alınan başka bir karar daha vardı. Efendimiz’in(s.a.v.) Medine’ye hicretinden önce senelerce çatışıp kavgalar eden Evs ve Hazreç kabileleri aralarında anlaşma yapmışlardı: “Evs ve Hazreç kabileleri birer yıl arayla Medine’de krallık yapacak.”  

Allah Resulü(s.a.v.)’nünMedine’ye geldiği yıl yönetme sırası Hazreç kabilesinden Abdullah bin Übey ibni Selül’de idi. Hatta Medineliler ibni Selül’ün başına giydirecekleri hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi ama Übey ibni Selül’ün hükümdar olma hayalleri Efendimiz’in(s.a.v.) hicreti ile suya düştü. Çünkü Evs ve Hazreçlilerin hemen hemen hepsi Müslüman olduğu için Efendimiz’in(s.a.v.)etrafında toplandı. Bunun için de ibni Selül krallık yapamadı ve Efendimiz’e(s.a.v.) düşman olmasının bir sebebi hikmeti de bu oldu. 

Yaşadığı bu durum ibni Selül’ün fazlasıyla ağırına gitse de çevresinde fazla kimse kalmayınca o da istemeye istemeye kendisini Müslüman olmuş gibi göstermeye başladı. Uzun yıllar münafıkların reisliğini yapan bu lanet adamın etrafında birçok da avanesi vardı ve bu münafıkların tek derdi, İslam’ı küçük düşürmek, Müslümanların moralini bozmak, Efendimiz’i(s.a.v.) sıkıntıya sokmaktı. İbni Selül, Allah Resulü(s.a.v.) Medine’ye girer girmez iman etmiyor. Çünkü ibni Selül gibi münafık ahlaklılar; omurga değiştireceğinde, birine biat edeceğinde, yön ve yol değiştireceğinde ancak güç gördükten sonra tüm bunları yaparlar. Müslümanların ilk güç gösterisi Bedir Gazvesi’nde gerçekleşiyor. İbni Selül hicretin ikinci yılında Bedir Gazvesi’nden sonra üç yüz on üç Müslüman’ın dokuz yüz elli müşrike galebe ettiğini görüyor. Bu olaydan sonra güya iman ediyor. 

O dönem ebu Kays isminde Hanif dini üzerine bir sürü şiiri olan bir şair vardı. Ebu Kays imana girmeye çok müsait bir kişiydi ve bir zaman İslam’a meyletmiş tam Resulullah’ın(s.a.v.) yanına gidecekken yolda ibni Selül’e denk gelmişti. Ebu Kays, ibni Selül’ün: “Ya ebu Kays iyi iş. Demek sen Hazreç bana bir şey yapar diye korkuyorsun, korkundan da iman edeceksin ha, güzel iş.” demesi üzerine gittiği yoldan dönmüş ve imanla buluşamadan yoldan dönen ebu Kays, bir yıl sonra da ölmüştür. 

Resulullah(s.a.v.)için kâinatta manasız hiçbir şey yok. O(s.a.v.) bütün mahlukata meleklerin nezaret ettiğini bildiğinden dolayı onlarla konuştuğu çok hadise var. Bir yerde yağmur yağarken cübbesini tutuyor, bir yerde inleyen bir kütük var hutbe irad edeceği zaman o kütükle konuşuyor. Uhud’da bunlardan birisi. 

Peki neydi Uhud’un sebepleri? Ne oldu da Uhud’a çıkma ihtiyacı hissettiler?

  • Mekkeliler Bedir Gazvesi’nde yenilmenin olumsuzluklarını bir türlü üstünden atamadı. Mekke’deki insanlar müşrik de olsalar, taptıkları putlara karşı inançlarını: “Acaba Muhammed doğru mu söylüyor, acaba Müslümanlar mı hak?” diye sorgulamaya başladılar ve Kureyş’in büyükleri bundan çok rahatsız oldu. Çünkü kendi kabilelerini ellerinde tutamayacak hale geldiler. 

  • Bedir’den kalma her evde bir acı vardı ve bu acılar müşrikler tarafından Uhud’u doğurmuştu. 

  • Bütün kervanlar Medine yolundan geçiyordu ve müşrikler o kervanların güvenliğinden endişe ediyordu.

  • Mekke’nin ve Kureyş’in bütün itibarı yerle yeksan olmuştu ve bu itibarı artık tekrar toparlama ihtiyacı hissediyorlardı. 

Ebu Cehil, Ümeyye b. Halef gibiler Bedir’de öldürülünce ebu Süfyan Kureyş’in siyasi lideri haline geldi. Artık istişareler, kararlar onun üzerinden dönüyordu. Ebu Süfyan, Uhud için Mekke etrafındaki kabilelerden de yardımla üç bin kişilik bir ordu topladı. Allah Resulü(s.a.v.) Medine’de bir istihbarat ağı oluşturdu. Mekke’de, Medine’de ne oluyorsa her şeyden haberi vardı. 

Efendimiz(s.a.v.) Uhud’un haberini alınca sahabeyi istişare için topladı: “Böyle, böyle müşrikler hazırlanıyor, söyleyin ne yapalım?” diye sordu. Sahabeden Enes bin Nadr gibi heyecanlı gençler: “Bedir’de birçok sahabe dostumuz o meydan muhaberesine katıldı, biz katılamadık. Şimdi gidelim de bu meydan muhaberesinde müşrikleri kılıçtan geçirelim.” diye bir hamiyet ve heyecanla fikirlerini sundular. Efendimiz(s.a.v.) Medine’de kalmayı ve savunma stratejisi geliştirmeyi önerirken, ibni Selül de O’nu(s.a.v.) destekledi ve: “Evet Medine’de kalalım.” dedi. Sonrasında Efendimiz(s.a.v.) sahabe-i kiramın istişarelerini dinleyecek hatta odasına, hücre-i saadete gidip hem dua edecek hem zırhını giyip çıkacak ve sahabeden bazı gençler: “Biz o cümleleri heyecanla söyledik ama şimdi senin kararına uymak istiyoruz ya Resulullah.” deyince Efendimiz(s.a.v.): “Hayır, bir peygamber cihat için giydiği zırhı asla çıkarmaz, istişare kararı neyse ona uyuyoruz.” diyecekti. 

Bin kişi Uhud’a doğru yola çıkacak ve yolun bir yerinde ibni Selül: “Yahu zaten Medine’de kalalım diye Muhammedkendisi dememiş miydi? Bunu zaten o söylemedi mi? Ben de onunla aynı fikirdeyim?” deyip, yola çıkan bin kişiden üç yüz kişiyi kandıracak ve geri döndürecekti. İbni Selül’ün buradaki amacı; “kuvvetli çıkılan yolda, yolun yarısından dönüp moralleri bozmak ve müminlerin kuvve-i maneviyelerine zarar vermekti” o yüzden başta gitmem demedi. Münafıkların bir özelliği de iman yolunda gidenleri yoldan çevirmek olduğu gibi göze çarpan diğer bir özellikleri de en kritik zamanda Müslümanları terk etmeleridir. 

İbni Selül’ün bu ihanetinden ve üç yüz kişiyi kandırıp geri döndürmesinden sonra Âl-i İmran suresinin 121-122. ayetleri nazil oluyor. “Hani sen sabah erkenden ailenden ayrılmıştın, savaşmak için müminleri mevzilere yerleştiriyordun. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir. O zaman sizden iki bölük, Allah onların velisi olduğu halde bozulup çekilmeye yüz tutmuştu; müminler yalnız Allah’a güvensinler.” 

Allah Resulü(s.a.v.) Uhud’a çıkmadan önce cuma günü cihatla ilgili bir hutbe ihraz ediyor ve daha sonra hücre-i saadetine geçiyor. Orada bir rüya görüyor. Rüyada zırhı çatlıyor, bir sığır ve bir koyun boğazlanıyor. Uyanınca eşi: “Ne oldu?” diye soruyor, Efendimiz(s.a.v.): “Bir rüya gördüm, zırhım çatladı.” diyor. Anlıyor ki Medine bir yarılmaya uğrayacak ve zeval görecek. “Bir sığır boğazlanıyor.” diyor ve anlıyor ki ehl-i beytinden birisi şehit olacak, Hz. Hamza(r.a.). “Bir koyun boğazlanıyor.” diyor ve yine anlıyor ki ashabından gözde birisi Uhud’da şehit olacak, Musab bin Umeyr (r.a.).

Efendimiz(s.a.v.) Uhud’a düşmandan önce gidiyor. Bizim Okçular Tepesi diye bildiğimiz Ayneyn Tepesi’ne okçu olarak elli kişiyi yerleştiriyor. Allah Resulü(s.a.v.) Okçular Tepesi’nin işin kaderini belirleyeceğini çok iyi biliyor. Savaşın başları Bedir gibi geçiyor. Sahabe geleni püskürtüyor ve muazzam bir üstünlük elde ediliyor. Daha sonra ganimetlerle ilgili bir telaş oluyor. Ama o telaşın sebebi şudur: Âl-i İmran suresinde Uhud’la ilgili ayetler inerken faiz ayeti de iniyor. Sahabe efendilerimizin Okçular Tepesi’ni terk etmelerinin sebebi hikmeti ise, kırk sahabe efendimiz cihada katılabilmek için o dönem Yahudilerden faizli para alıyor. Aldıkları faizli paralarla kendilerine savaş teçhizatı ve zırh alıyorlar. Ayneyn Tepesi’nden: “Ben ganimetlerden payımı alayım ki, aldığım borcu kapatabileyim.” düşüncesiyle iniyorlar yani buradaki temel mesele borcu kapama düşüncesi, mal mülk hırsından olayı değil. Zaten sahabelerde Resulullah’ın(s.a.v.) sözüne bir itaatsizlik düşünülemez. 

Efendimiz(s.a.v.) Okçular Tepesi’nin çok ehemmiyetli olduğunu bildiğinden oraya yerleştirdiği sahabelere: “Bizi yırtıcı kuşların parçaladığını bile görseniz, asla burayı terk etmeyin.” diyor ama Uhud, Bedir’deki gibi başta bir galibiyetle başladığından ve bir ganimet olayı ortada olduğundan sahabelerden kırkı oradan iniyor. Onlar inince müşriklerden bir tanesi: “Ya Halid görmüyor musun? Tepeyi boşalttılar.” diye bağırıyor. Halid bin Velid o zaman müşrikler tarafında ve İkrime’yle birlikte atlı birliklerin başını tutuyor. Tepe boşalınca gelip Müslümanları iki taraftan sıkıştırıyor. 

Ayneyn Tepesi’ni bırakan kırk sahabeden biri ikisi hariç hepsi şehit oluyor ve burada da Uhud’un ikinci bölümü başlıyor. Müslümanlar orada yorucu bir cihada tutuşuyorlar ve tam o esnada müşriklerin üç bin kişilik ordusunun içerisinde kişi kişi öldürecekleri insanlar belirlenmiş özel suikastçılar var, onlar devreye giriyor. Hz. Hamza’yı(r.a.) şehit etmesi için tutulan suikastçı, Vahşi b. Harb. Onu iki kişi tutuyor. Birisi, ebu Süfyan’ın hanımı Hind, diğeri ise Utbe b. Rebia’nın kızı. Hind, Vahşi’ye: “Elimde, bileğimde, boynumdaki mücevherleri görüyor musun? Eğer Hamza’nın ciğerini söküp bana getirirsen bu mücevherlerimin hepsi senindir.” diyor. O dönem Vahşi b. Harb’in efendisi Cübeyr b. Mutim. O da Bedir’de akrabalarını kaybediyor o yüzden Müslümanlara karşı çok dolu. O da aynı şekilde Hz. Vahşi’ye vaadlerde bulunuyor ve: “Eğer Hamza’yı öldürürsen benden de sana hürriyet var, seni azat edeceğim.” diyor. Vahşi b. Harb geldiği kabile geleneğinden kaynaklı olarak muazzam bir mızrakçı. Hatta öyle ki Mekke’de sahibi onu yer yer dövüştürüyor ve üzerinden iddialar oynatıyor. 

Vahşi savaş meydanında, Hz. Hamza’yı(r.a.) gözüne kestiriyor ve arkasından mızrağı vurarak onu orada şehit ediyor. Bununla da kalmıyor, o dönemin Mekke cahiliye adetlerinden dolayı onun ciğerini söküyor. O da yetmiyor, Hind gelip Hz. Hamza’nın(r.a.) belli başlı organlarını kesip parçalıyor. Resulullah(s.a.v.), Hz. Hamza(r.a.) için Uhud’a keşif ekibi gönderiyor. Her yeri arıyorlar, en son Hz. Ali(r.a.), Hz. Hamza’yı(r.a.) o halde görünce Efendimiz’e(s.a.v.): “Ya Resulullah bakmasan olmaz mı?” diyor. Allah Resulü(s.a.v.), Hz. Hamza’yı(r.a.) o halde görünce dayanamıyor, ağlamaya başlıyor. Medine’ye dönülünce herkes şehitlerine sahip çıkıp, onlar için üzülüp, dualar ediyor ve o esnada Efendimiz(s.a.v.) çok mahzun bir hale bürünüp: “Görmüyor musun ya Ebubekir, Hamza’mın ağlayanı bile yok.” diyor. Bu söylediği cümleyi Saad b. Muaz(r.a.) duyuyor. Hemen Medine’ye gidip: “Ey Ensar size ne oldu ki Resulullah bu kadar üzgün dururken, siz kendi şehitlerinizle ilgilenirsiniz. Duymadınız mı böyle dediğini?” diyor ve bunu duyan herkes kendi şehitlerini bırakıp, Resulullah’ın(s.a.v.) etrafında O(s.a.v.) daha çok üzülmesin diye Hz. Hamza(r.a.) için gözyaşları döküyor. 

Musab b. Ümeyr(r.a.) genç, güzel, kâinatın efendisine en çok benzeyen sahabemiz. O gün ibni Kamia ve yanında birkaç adamdan oluşan bir suikast çetesi sadece Resulullah(s.a.v.) için odaklanmışlar ve Musab bin Umeyr’i(r.a.) de ona benzetmişler. Efendimiz(s.a.v.) ona savaştan önce hırkasını da verdiği için Musab(r.a.), tam Resulullah’a(s.a.v.) benzer bir halde. Musab(r.a.), Bedir’de olduğu gibi yine sancaktar ve sancak onun elinde dalgalanıyor. İbni Kamia ona suikast girişiminde bulunup önce bir kolunu kesiyor, Musab(r.a.) sancağı bırakmıyor öteki eline alıyor. Sonra ibni Kamia o kolu da kesiyor. Musab(r.a.) sancağı gene bırakmıyor hemen iki bacağının arasına alıyor ve kafasını eğiyor. Musab bin Umeyr(r.a.) en son kafasına da kılıç darbesini yiyince kafası iyice toprağa yakın bir şekilde düşüyor. Sancağı ondan Hz. Ali(r.a.) alıyor.

 Musab bin Umeyr’in(r.a.) kafası yere gelecek şekilde şehit olmasında birkaç hikmet söylenir. Birisi: “Sancağı kaybettiği için mahzundu, o yüzden yüzünü havaya kaldırmadı aşağı eğdi.” şeklindedir. Bir diğeri: “Madem beni Efendimiz’e benzetip şehit etmeye çalışıyorlar. O zaman kafamı kaldırmayayım da ben olduğumu anlamasınlar, Efendim sağ olsun. Zira haşa O benden önce şehit olup gitse, ahirette beni sorguya çekseler, Efendim şehit olmuşken ben hala nasıl hayattayım bunu açıklayamam.” şeklindedir. 

İbni Kamia, Musab bin Umeyr(r.a.) şehit olunca onu Efendimiz’e(s.a.v.) benzettiğinden: “Muhammed öldü, Muhammed öldü kazandık!” diye her yerde haykırıp bağırmaya başlıyor. Bunu duyunca maalesef savaştaki bir kısım insanlar, manevi kuvvetleri kırıldığı için Medine’ye dönmeyi hatta böyle dönerlerse ebu Süfyan ve ibni Selül’ün konuşup anlaşabileceğini düşünüyorlar. Enes bin Nadır(r.a.) gibi hamiyetli kahraman bir sahabe efendimiz ise: “Ne yapıyorsunuz ne duruyorsunuz? Şahadet veya zafer için gelmediniz mi? Ya şehit olmak buradaysa?” diyerek paramparça olana kadar savaşıyor.  “Ya Resulullah gidip Bedir gibi savaşalım.” diyen genç sahabe Enes bin Nadır(r.a.), Uhud’da şehit oluyor.

Savaş esnasında küfür ordusundan atılan taşlardan biri Allah Resulü’nün(s.a.v.) sağ alt çenesindeki mübarek dişlerinden birini şehit ediyor. Bir diğer taş ise alt dudağını yaralıyor. Abdullah ibni Kamia ismindeki kafirin kılıç darbesiyle elmacık kemiği yaralanan Efendimiz’in(s.a.v.) darbenin şiddetinden miğferi parçalanıyor ve miğferin iki halkası mübarek yüzüne batıyor. Müşriklerin, “Muhammedöldü” diye kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen müminlerden bazıları bir yandan savaşmaya devam ederken bir yandan da Resulullah’ı(s.a.v.) aramaya başlıyor. O esnada Hz. Ebubekir(r.a.) ve Hz. Ömer(r.a.), Allah Resulü’nün(s.a.v.) ölmediğini görüyorlar ve O’nu(s.a.v.) da alıp biraz yüksekçe bir yere çekiliyorlar. Onun ölmediğini gören Kab bin Malik sevinçten: “Hayır Resulullah ölmedi yaşıyor!” diye tam bağıracakken, Efendimiz(s.a.v.) bir hikmete binaen onu: “Dur ne yapıyorsun?” diye susturuyor. Çünkü henüz az kişiler ve Müslümanlar toplanmamış, düşman oraya üşüşebilir.  

Burada da Uhud’un üçüncü aşaması başlıyor. Resulullah’ın(s.a.v.) birkaç sahabe ile çekildiği mağaranın önüne ebu Süfyan geliyor ve: “Ey Muhammed, Ey Ömer, Ey Ebubekir yaşıyorsanız ses verin!” diye bağırmaya başlıyor. Efendimiz(s.a.v.) sahabelerine konuşmamalarını söylüyor. Daha sonra ebu Süfyan: “Üçü de ölmüş demek ki, yaşasın Hubel!” diye bağırmasına devam edince, Efendimiz(s.a.v.), Hz. Ömer’e(r.a.): “Ey Ömer ne susuyorsun?” diyor. Hz. Ömer(r.a.): “Ya Resulullah(s.a.v.) susmamı sen emrettin ya.” deyince, Allah Resulü(s.a.v.): “Orada bizim savaş stratejisi gereği ihtiyatımız söz konusuydu şimdi konu başka bir noktaya geldi ve o, putu Hubel’e dua ediyor, sen burada susamazsın.” diyor.  Hz. Ömer(r.a.), Efendimiz’den(s.a.v.) müsaadeyi alınca: “Sana da lanet olsun, Hubel’e de lanet olsun. Biz hepimiz sağız, yaşıyoruz. Vallahi sen zelilsin, Müslümanlar da izzetlidir.” diye karşılık veriyor. 

Ebu Süfyan korkuyor, çekiniyor ve: “Nasıl zelil olalım? Sizden bu kadar insan öldü gitti. Bizden bu kadar insan öldü gitti.” diyor. Hz. Ömer(r.a.) susmuyor: “Bizden ölenlerle sizden ölenler aynı değildir. Bizden ölenler şehit olanlar cennettedir, sizden ölenler zelildir cehennemin dibindedir. Nasıl aynı olur ölülerimiz?” deyince ebu Süfyan’ın korkusu artıyor, geri çekiliyor. 

“Gelecek yıl aynı yerde aynı şekilde görüşelim.” deyip dağılmalar, ayrılmalar başlıyor ve bir ayet nüzul oluyor. “Yoksa Allah içinizden cihat edenleri ortaya çıkarmadan ve sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmran Suresi, 142. Ayet). Bu ayetin iniş sebebi ise şuna bağlanıyor. Musab bin Umeyr’in(r.a.) şehadeti üzerine Resulullah(s.a.v.) öldü zannıyla bir kısım Müslümanlar: “Acaba ibni Selül’ü, ebu Süfyan’la anlaşması için göndersek mi?” diye düşünmeye başlıyor. Peki böyle bir durumda münafıkla anlaşma olur mu hiç? Elbette olmaz. Peki Uhud’da mümine anlaşma yoksa ne var? Sabretmek var, doğru bildiği yolda yalnız kalmak var ama asla anlaşma yok. İyi ama neden burada anlaşma yokta ilerde Hudeybiye gibi birçok anlaşmalar yapılıyor? Çünkü buradaki konu strateji konusu değil, buradaki konu inancın üzerine devam edecek misin, sabit kalacak mısın bunun konusu. 

Mekke’de bir dönem Müslümanlar çok sıkıntılar çekince Habbab bin Eret, Efendimiz’e(s.a.v.): “Ya Resulullah çok çekiyoruz, çok sıkıntıdayız, nasıl edeceğiz?” diye şikâyete geliyor. Efendimiz(s.a.v.) ise ona: “Sizden öncekiler ‘Lâ İlâhe İllallâh’ dediği için demir taraklarla etleri kemiklerinden ayrılırdı ama yine de bu yoldan dönmezlerdi. Biz de sabredeceğiz.” diye cevap veriyor. Resulullah(s.a.v.) burada bize yolun kaderini öğretiyor. 

Mağaradayken Efendimiz’i(s.a.v.) ebu Ubeyde bin Cerrah(r.a.) ziyarete geliyor ve O’nun(s.a.v.) miğferinin suratında parçalanmış olduğunu görünce canı çok acıyor. “Ya Resulullah müsaade et bunları ben çıkarayım.” deyip bir strateji geliştiriyor. Dişlerini Efendimiz’in(s.a.v.) iki yanağına saplanmış o halkalara tam geçirip bir anda çekiyor ki canı çok yanmasın. Ebu Ubeyde bin Cerrah(r.a.) dişlerini bir anda çektiği için ön dişlerinin nerdeyse tamamı şehit oluyor. Efendimiz’in(s.a.v.) canı yanmasın diye ön dişlerini orda feda ediyor. 

Bedir’de müşriklerden yetmiş ölü var. Uhud’da da sahabelerden yetmiş beş şehit var. Bu sayısal durum için bir ince yorum sunuluyor. Ama öncesinde şu kısmı söylememiz gerek. Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur eserlerinde; tâ Hudeybiye’den sonra iman edecek olan Halid b. Velid, Amr b. As gibi sahabeler için diyor ki: “Allah gelecekteki sahabesini geçmişte de mağlup ettirmedi.”  Bu yüzden Halid b. Velid(r.a.) hiçbir cihadda yenilmemiş bir sahabedir. 

Bir şerh şöyle anlatıyor: “Hem Bedir’de hem Uhud’da hem devamında sürekli galibiyetler olsaydı müşrikler bunun altında o kadar çok ezilecekti ki kendilerinde iman edecek bir gücü, bir mücadeleyi asla bulamayacaklardı. Ama sanki Bedir ve Uhud yetmişe-yetmiş rakamları gibi, bir şeyler dengelendi ki Amr bin As, Halid bin Velid gibi kılıç ile asla iman ettirilemeyecek iki sahabenin Hudeybiye’den sonra gönlüne girilip iman etmelerine vesile olundu.” 

Münafık dediğimiz menfaati için yaşar. Menfaat, övülme, mevki makam, paye alma varsa münafık vardır. Riskli işlere asla girmezler. Medine’den Mekke’ye umre için yola çıkılmıştır. Bu sefer sürecinde Hudeybiye Antlaşması da yapılacaktır ve ibni Selül de oradadır. Sefer esnasında Hz. Osman(r.a.), Mekke’ye önden gidip dönmeyince Efendimiz(s.a.v.): “Eyvah Osman’a bir şey mi yaptılar?” diye, sahabelerden tek tek biat alıp: “Haydi Osman’ın intikamı için savaşa gidilecektir.” deyince münafık kesim orada biata gelmemiştir. Zira ibnü Selül gibi münafıklar Uhud’da bir risk gördüler ve bu risk ile sadece geri çekilmekle kalmadılar. Oradan da Efendimiz’e(s.a.v.) sıkıntı vermek için karşı tarafla anlaşma sağlayarak menfaat sağlamaya çalıştılar. Çünkü onlarda mesele sadece korkup geri çekilmek değildir. Aslan payı nerdeyse, oraya yanaşma ahlakı vardır onlarda. 

Özellikle Müstalikoğulları Gazvesi’nde çok bulunmuşlardır. Çünkü orada binlerce deveden, büyük miktarda altından oluşan inanılmaz bir ganimet vardır. Nerede ganimet varsa münafık oradadır. Efendimiz(s.a.v.) strateji olarak hicri beşten sonra ibni Selül’ü, Tebük Gazvesi hariç nereye gitse yanında götürmüştür. Çünkü bıraksa fitne ve strateji ile insanları iğfal edecek, buna müsaade etmek istemediği için de her daim yanında bulundurmuş. Peki neden Efendimiz(s.a.v.) bu tarz insanlar için bu şekilde bir strateji belirlemiş de onları öldürmemiş? Çünkü münafıklar kendilerini topluma öyle farklı lanse ediyorlar ki, attıkları her adımı, “bu İslam için en hayırlı adım” diye gösteriyorlar. 

Bahsettikleri her meselede ayetle hadisle konuşuyorlar. Dışardan gelenlerle ibni Selül’ün ilgilenmesini anlatan rivayetlerde: “Orada bulunsanız ve ibni Selül’ün dışardan gelenlere tebliğini dinleseniz onu tam bir Peygamber aşığı zannedersiniz.” diye geçiyor. Öyle sinsice hareket ediyorlar. Dışardan Müslümanlığın serkârı, göz nuru, baş tacı gibi gözüküyorlar. Böyle göründükleri için de Allah Resulü(s.a.v.) öyle birini öldürse, işin aslını bilen Müslümanlar hariç, dışardan gelenler diyecekler ki: “Haşa Muhammedkendi adamlarını öldürmeye başlamış.”  Efendimiz(s.a.v.), ben buna asla müsaade etmem, diyor. 

Zira Benî Mustalik Gazası’nda Abdullah bin Übey, Resulullah(s.a.v.) ve Müslümanları kastederek hakaretvari konuşunca bu duruma Hz. Ömer(r.a.) dayanamıyor ve: “Ya Resulullah müsaade buyur da ibni Übey’in boynunu vurayım.” diyor. Resulullah(s.a.v.): “Hayır! Olmaz ya Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk: ‘Muhammedashabını öldürüyor.’ diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?” buyuruyor. 

Resulullah(s.a.v.) cehalet cephesine merhamet ile davranıyor. Yani bizim başımıza gelen vukuatlarda da cahilce davrananlara merhamet gerekiyor. Küfür cephesine stratejiyle davranıyor, Nadr b. Hâris buna güzel bir örnektir. Nifak cephesine ihtiyat ile davranıyor zira ibni Selül’ü her cihatta yanında götürmesi bir ihtiyattır. İbni Selül’ün münafık olduğu özellikle Uhud’dan sonra tescilleniyor. Kendi kavmi Hazreç onun münafık olduğunu anlıyor ve onu dışlamaya başlıyor. Oğlu Abdullah daha evvelinden anlıyor ve o da dışlamaya başlıyor. O dışlamaya başladıktan sonra Hz. Ömer(r.a.), Resulullah’ın(s.a.v.) ona ibni Selül’ü neden öldürtmediğini daha iyi anlıyor ve: “Resulullah(s.a.v.) ne buyursa altından bir hikmet, bir doğruluk çıkıyor.” diyor. 

İbni Selül Uhud’dan döndüklerinde şehit olan sahabeler için bile: “Ben demedim mi onlara Medine’de kalın diye. Bak beni dinleselerdi şehit olmazlardı.” diyor ve ortalığı karıştırmaya çalışıyor. Efendimiz’in(s.a.v.) hutbeleri sonrasında ibni Selül ortaya çıkar övgü dolu sözler söylerdi. Uhud’dan sonra da Efendimiz(s.a.v.) tam hutbe verecekken ibni Selül gene hutbeye atlıyor. Bu sefer sahabeler onun gerçek yüzünü gördüğü için, içlerinden iki tanesi daha sözlerine başlamadan onu yakalayıp yaka paça mescitten dışarı atıyorlar. Çünkü hutbeye çıksa yine methiyeler dizecek, halkın sevgisini alacak ve onları birebir de kulislerde zehirlemeye devam edecek. 

Aynı ibni Selül, İfk Vakıası’nda da ortalığı karıştıranların başında geliyor. İfk Vakıası’nda cihat dönüşü Aişe(r.a.) validemiz gerdanlığını kaybediyor. Onu aramak için gidiyor ve döndüğünde bir bakıyor kervan gitmiş. Allah Resulü(s.a.v.) o dönem Safvan(r.a.) ismindeki sahabeyi uyku hastalığından ötürü ona göre bir vazifeyle görevlendiriyor ve: “Ya Safvan biz ne zaman cihada gitsek sen istediğin kadar uyu, uyandığında da artçı olarak arkamızda bir şey unutmuş muyuz kontrol ederek gel, ondan sonra kervana dön.” diyor. Efendimiz(s.a.v.) sahabesindeki zafiyeti, kabiliyet olarak kullanıyor. Yalnız burada şunu söylemek gerekiyor. Safvan’daki(r.a.) durum, bir uyku düşkünlüğü değil, uyku hastalığıdır ve kabilesindeki birçok kişide de bu hastalık vardır. Zira insan ikisinin ayrımını da iyi yapmalıdır. 

Safvan(r.a.) uyanıp arkada kalan bir şey var mı diye kontrol ederken, orada Aişe(r.a.) validemizi görüyor ve deveyi yanaştırıp kendisi oradan uzaklaşıyor ki Aişe(r.a.) validemiz deveye rahat binsin. Aişe(r.a.) validemiz deveye biniyor, sonra Safvan(r.a.) gelip onu kervana götürüyor. Tam kervana yetiştikleri sırada ibni Selül arkasına dönüp bakıyor ve Safvan(r.a.) ile Aişe(r.a.) validemiz için: “Aa hayret, bir kadınla bir erkek.” diyor ve fitneyi ortaya atıyor. 

Hendek Harbi’nin en kritik anında bu münafıklar: “Bize izin ver, evlerimize gidelim. Çünkü, evlerimiz müdafaasızdır.” diyerek Peygamberimiz’e(s.a.v.) müracaât ediyor. O sırada Sa’d bin Muaz(r.a.), Efendimiz’in(s.a.v.) huzuruna gelerek: “Yâ Resûlullah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?” diyor. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullah’ı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için her daim İslâm ordusunu terk etme yoluna gidiyor. İfk Vakıası, Hudeybiye derken birçok vakada ortalığı karıştıranların başında bu isim geliyor.

Münafıklar, Tebük Seferi’nde de aynı şeyi yapıyorlar. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan biri: “Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın.” diyerek Müslümanların morallerini bozmaya çalıştığı gibi Peygamber Efendimiz’e(s.a.v.) de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istiyorlar. Allah Resulü(s.a.v.) onların seksen kadarına izin veriyor. Kur’ân-ı Kerim onların bu durumlarından Tevbe suresinde: “Resûlullah’a karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek, onların hoşlarına gitmedi de: ‘Bu sıcakta cihâda çıkmayın.’ dediler. Sen: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır.’ de. Keşke anlayabilselerdi! Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezâsıdır.” der. 

Aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü’l Veda Tepesi’ne kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçiyor ve beraberindekilerle Medine’ye dönüyor. Kendisine tâbi olan münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, müminlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için: “Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak! Herhalde O, Beni Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor! Vallahi, O’nun ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim!” diyor ve yine müminlerin kuvve-i maneviyelerini kırmaya çalışıyor. Bir münafık kaç ayetin sebeb-i nüzulü oluyor. 

İbni Selül hastalanıyor, Efendimiz(s.a.v.) onu ziyarete gidiyor ve: “Ey ibni Selül bu Yahudi sevdası seni helak edecek.” diyor. İbni Selül hasta yatarken Resulullah’tan(s.a.v.) hırkasını istiyor. Zamanında Efendimiz’in(s.a.v.) amcası Hz. Abbas Bedir’de esir düştüğünde ibni Selül ona hırkasını verdiği için ona karşılık olarak Efendimiz(s.a.v.) de ibni Selül’e hırkasını veriyor. İbni Selül vefat ediyor. Resulullah(s.a.v.) onun cenaze namazını kıldıracak oluyor. Hz. Ömer(r.a.): “Ya Resulullah(s.a.v.) neden böyle yapıyorsun?” deyince Efendimiz(s.a.v.): “Ya Ömer ben muhayyer yani özgür irade de bırakıldım.” diyor. Bunun üzerine Tevbe suresi 84. ayet nazil oluyor: “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ıve Resulü’nü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.”

Münafıklar Kur’an’da şu özelliklerle zikrediliyor. 

1) Müslümanları aldatır. Bir insanın birisini aldatması için önce ondan gibi görünmesi şarttır. Münafıklar da o kadar tatlı dillidir ki, her yere girer çıkar, her yeri iğfal eder. Yaptıklarını Müslümanlık adına yaptıklarını söylerler ve Müslümanları birbirlerine düşürüp kuvve-i maneviyelerini kırarak, küçük meselelerle onları oyalayıp esas meseleleri onlara düşündürmezler. Müslümanları birbirlerine düşürüp akıllarını karıştırma gayretine girerler. 

2) Kalplerinde hastalık vardır. Yani bir münafığın oynadığı oyunlar hata ve kusur değildir, itikadi hastalık ve problemdir. Birisi bir yerde içki içse, kumara düşse, dönse bu yaptıklarından tövbe etse, inşallah bu hatadır kusurdur. Allah(c.c.) dilerse affeder. Ama kalpteki hastalık öyle bir şey değil. Kalp, sinsilikle, planlı programlı bir şekilde bozulur. Ve bu bozuklukta olanlar Müslümanlar aleyhinde bozgunculuk yaparak onların aralarını bozarlar. 

3) Müslümanlar ile alay ederler. 

4) Allah(c.c.) yolunda mücadeleden kaçarlar. 

5) Korkaktırlar. 

6) İftira atar ve propaganda yaparlar. Bunu: “Bu iş İslam içindir. Bunlar İslam’a zarar veriyor.” diye yaparlar ve kendilerini “biz İslam’ı elinde tutan tek topluluğuz” diye gösterirler. 

7) Casusluk yaparlar. Bir yerleri iğfal etmeye çalışırlarken: “Şu adam bunu dedi, bu adam bunu dedi.” diye o adamın ne olduğunu bilmeden mahremi ortaya çıkarırlar.

Münafıkların ahlaki özellikleri hadislerde ise şöyle geçiyor. 

1) Vefa göstermezler. 

2) Emanete hıyanet ederler. 

3) Namaz onlara ağır gelir. Münafıklara özellikle tek başına yapacağı işler ağır gelir. Camide üzülüp dua eder, tek kalınca etmez. Yanında birileri varken ekranda çıkan görüntüye hassasiyet gösterir, yalnız kaldığında İnstagram’daki görüntülere hassasiyet göstermez. Çünkü yaptıklarını riya için, insanlar sevsin diye yapar, Allah(c.c.) sevsin diye değil. 

4) Onlara Allah’ı(c.c.) anmak zor gelir.

5) Yaptıklarını riya için yaparlar. 

Yazar : Mehmet Yıldız

BENZER MAKALELER