HZ. EBÛ BEKİR (r.a.) SIDDIK LAKABINI NE ZAMAN ALMIŞTIR?
EFENDİMİZ (s.a.v.), HZ. EBÛ BEKİR’E (r.a.) NEDEN ‘SEN EBÛ BEKİR-İ SIDDIKSIN’ DEMİŞTİR?
HZ. EBÛ BEKİR’İN (r.a.) SADAKATİ
Mekke’nin yedi ile onuncu yılları arası Müslümanlara boykot uygulanmış ve Müslümanlar çok sıkıntılı zamanlar geçirmişlerdir. Efendimiz(s.a.v.) onuncu yılda önce hamisi ve amcası ebû Tâlib’i, ondan üç gün sonra da sevgili zevcesi Hatice’sini(r.a.) kaybetmiş ve himayesiz kalmıştır. Hüzün üstüne hüzün yaşanan bu seneye ‘senet’ül hüzün’ denmiştir. Mekke artık Efendimiz(s.a.v.) için tebliğde bulunabileceği bir yer olmaktan çıkınca Efendimiz(s.a.v.) İslâm’ı mayalayacağı yeni bir toprak arayışına girmiş ve dayıoğullarının yanına Taif’e gitmeye karar vermiştir. Bir umutla akrabalarının yanına giden Efendimiz(s.a.v.) oradan da taşlanarak dönmüş ve hüznüne bir hüzün daha eklenmiştir.
Nihayet Mekke’nin on birinci yılı gelmiş ve bu zorlu günler biraz da olsa geride kalmıştır. İşte bu zorlu günlerin hemen peşinden gelecek güzel bir beşâret, güzel bir müjdedir Mi’rac. Zira âdetullah böyledir: Önce Taif’i yaşarsın, sonra Mi’rac gelir. Önce Taif’te taşlanırsın sonra Mi’rac’da Rabbin ile buluşursun.
Efendimiz(s.a.v.) o gün Hz. Ali’nin(r.a.) kız kardeşi Ümmü Hani’nin(r.a.) evindedir. Nübüvvetin on birinci yılında Allah Resûlü(s.a.v.) bir iltifat-ı Rabbani’ye muhatap kılınarak amcasının kızı Ümmü Hani’nin(r.a.) evinde uyurken Cebrail(a.s.) tarafından uyandırılır; getirilen Burâk isimli binek ile önce Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya, oradan da semalara, yaratılmışların varacağı son sınır olan Sidretü’l-Münteha’ya götürülür. Peki, neden Cebrail(a.s.) Efendimiz’i(s.a.v.) direkt semâya yükseltmez de önce Kudüs’e götürür?
Şüphesiz ki bu ümmet Kudüs’ü unutmasın diye bu yol izlenmiştir. Orada bile bize nice mesajlar vardır. Efendimiz(s.a.v.) İsra Sûresinin ilk ayetinde ve Necm Sûresinin ilk bölümünde anlatıldığı gibi onlarca ayete, işarete ve güzelliğe muhatap olarak geri gelir. Sabah olunca da başından geçenleri ilk Ümmü Hani’ye(r.a.) anlatır. O zamanlar henüz iman etmemiş olan Ümmü Hani(r.a.) Efendimiz’e(s.a.v.): “Bunu kimseye anlatmayacaksın değil mi?” der. Çünkü yaşananlar onlar için inanılacak gibi değildir. Yalnızca iman edenlerin kabul edeceği şeylerdir. Efendimiz(s.a.v.) ise amca kızına: “Vallahi! Ben bunu anlatacağım.” der ve halkın yanına varıp Mi’râc’ı haber verir. Haberler ebû Cehil’in kulağına da gider ve ebû Cehil kendince aradığı fırsatı bulmuştur. “Yıllardır biz Muhammed’in(s.a.v.) mecnun olduğunu söylüyorduk, şimdi herkes tasdik edecek.” diye düşünür ve bu sevinçle Efendimiz’e(s.a.v.) varıp: “Ey Muhammed(s.a.v.)! Şimdi ben tüm Mekkelileri toplasam bu anlattıklarını onlara da anlatır mısın?” der. Sözde ebû Cehil kendisine göre aradığı fırsatı bulmuştur ama asıl fırsatı Efendimiz(s.a.v.) bulmuştur. Allah Resûlü(s.a.v.): “Evet anlatırım.” deyince Ebû Cehil sevinçle Mekkelileri toplar.
Efendimiz(s.a.v.) onların her birisine yaşadığı hadiseyi anlatır ama öyle bir anlatır ki, yaşamamış bir insanın böyle anlatması mümkün değildir. Öyle ki Allah Resûlü(s.a.v.) Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı en ince detaylarına kadar anlatır. Hatta iki gün sonra gelecek kervandan, kervanın başındaki siyah deveden, devenin üstündeki su tulumundan bile bahseder ve her birisi neticede gerçek çıkar. Ebû Cehil aradığı fırsatı elde edememiştir. “Ne yapayım?” diye karanlık düşüncelere dalarken aklına henüz olayı duymayan Hz. Ebû Bekir(r.a.) gelir. “Onu Muhammed’den(s.a.v.) ayırırsak bu iş tamamdır. O karşı çıkarsa, onun vesilesi ile iman edenlerin hepsi de karşı çıkar.” diye düşünür ve hemen Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) yanına gider. “Ya Ebû Bekir! Senin arkadaşın Muhammed(s.a.v.) böyle böyle söylüyor. Mi’rac’a çıktığını anlatıyor.” der. Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) ise söylediği ilk şey: “O(s.a.v.) söylüyorsa doğrudur.” olur. İşte sadakat budur ve sıddık olmanın gereğini yapan Hz. Ebû Bekir(r.a.) şunları da ekler: “Siz O’nun(s.a.v.) bir gece Kudüs’e, oradan semalara gittiğine inanmıyorsunuz. Ben O’na(s.a.v.) her gün semadan vahiy geldiğine inanıyorum da O’nun(s.a.v.) semalara çıktığına mı inanmayacağım? Vallahi O(s.a.v.), ne diyorsa ben hepsini kabul ediyor ve hepsine inanıyorum.” der.
İşte sadâkat, işte teslimiyet budur ve Efendimiz(s.a.v.) dostunun bu konuşmalarını duyunca: “Vallahi sen Ebû Bekir-i Sıddıksın(r.a.)!” der ve “Sıddık” lakabını ona tam da burada armağan eder. Artık o kıyamete kadar Ebû Bekir-i Sıddık(r.a.) olarak anılacaktır.