- Hz. Ebû Bekir (r.a.) Kimdir?
- Efendimiz’in (s.a.v.) En Yakın Dostu Kimdir?
- Hz. Ebû Bekir (r.a.), Efendimiz’den (s.a.v.) Dünyevi Olarak Önde Midir?
- Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Teslimiyeti
- Mirac hadisesi – O (s.a.v.) Diyorsa Doğrudur
- Hz. Ebû Bekir (r.a.) Halifelikten Sonra Geçimini Nasıl Sağladı?
- Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Babası Nasıl İman Etmiştir?
- Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Annesinin İman Edişi
- Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) En Büyük Mucizesi Nedir?
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Kimdir?
İsmi Abdullah bin Osman’dır(r.a.). Asıl adı Abdülkâbe olup İslâm’dan sonra Resûlullah’ın(s.a.v.) ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Kendisi azaptan azad edilmiş mânâsında “atik”; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da “sıddık” lâkabıyla anılmıştır. “Deve yavrusunun babası” manasına gelen Ebû Bekir(r.a.) künyesiyle ise meşhur olmuştur.
Babasının ismi Osman bin Âmir’dir ama biz onu daha çok ebû Kuhâfe künyesi ile tanımaktayız. Annesinin ismi ise Selmâ bint Sahr’dır ama biz onu da künyesi Ümmü’l-Hayr(r.a.) ile tanırız. Teymoğulları kabilesinden olan Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) nesebi Mürre b. Kâ’b’da Resûlullah’la(s.a.v.) birleşir.
Hz. Ebû Bekir(r.a.) muazzam bir tüccardır, Mekke’nin sayılı zenginlerindendir. En önemli özelliklerinden birisi, Arap soy kütüğü yani nesep âlimi olmasıdır. Efendimiz(s.a.v.), Taif dönüşü Mina çadırlarını gezerken birilerine tebliğ yapmak amacıyla yanına Hz. Ebû Bekir(r.a.) ve Hz. Ali’yi(r.a.) almıştır. Hz. Ebû Bekir’i(r.a.) almasının bir hikmeti de: “Bu çadırdaki kimdir? Bunun kabilesi kimdir?” meselelerinin hepsine Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) hâkim olmasıdır. Kendisinin hafıza gücü inanılmazdır.
Hz. Ebû Bekir(r.a.) var olduğu günden bu yana putlardan nefret etmiştir. Hiç şirk üzere bir hayat yaşamamıştır. O; ilk iman eden hür erkeklerin, raşit halifelerin, Aşere-i Mübeşşere’nin ilki, Câmiu’l Kur’an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinen büyük sahâbedir.
Kur’ân-ı Kerim’de hicret sırasında Resûlullah(s.a.v.) ile beraber olmasından dolayı: “…mağarada bulunan iki kişiden biri…” şeklinde ondan bahsedilmektedir.
Hz. Ebû Bekir(r.a.), toplamda dört evlilik yapmıştır. İlk evliliği Kuteyle bint Abduluzza ile olup, ondan hicretin nazlı gelini; “çift ya da iki kuşaklı” anlamına gelen Zâtü’n-nitâkayn lakaplı Hz. Esma(r.a.) ve hicret günlerinin küçük istihbaratçısı Abdullah(r.a.) dünyaya gelmiştir. Hz. Esma(r.a.); Efendimiz(s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) Medine’ye hicreti sırasında onlar için taşıdığı azık torbası ve su tulumunun ağzını bağlarken belindeki kuşağı (nitâk) ikiye bölüp kullanmış, bundan son derece memnun olan Efendimiz(s.a.v.) ona: “Allah bu kuşağının karşılığında cennette sana iki kuşak versin.” diye dua etmiştir. Bunun üzerine Esma(r.a.), “Zâtü’n-nitâkayn (iki kuşaklı)” lakabını almıştır.
Abdullah(r.a.) ise Efendimiz(s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir(r.a.) hicret yolculuğunda üç gece Sevr mağarasında kaldıklarında onlara sürekli haber taşımıştır.
Hz. Ebû Bekir(r.a.) ikinci evliliğini Ümmü Ruman bint Amr(r.a.) ile yapmış ve ondan da Abdurrahman(r.a.) ile Aişe(r.a.) validemiz dünyaya gelmiştir. Üçüncü evliliğini Hz. Cafer’in(r.a.) şehadetinden sonra onun hanımı, Esma bint Ümeys(r.a.) ile yapmış ve ondan da Ümmü Muhammed(r.a.) doğmuştur. Son evliliğini ise Ensar kardeşi Harice b. Zeyd’in(r.a.) kızı Habibe bint Harice(r.a.) ile yapmış ve ondan da Ümmü Gülsüm(r.a.) adında bir kızı olmuştur.
Hz. Ebû Bekir(r.a.) ilk eşi Kuteyle bint Abdüluzza iman etmediğinden dolayı onu boşamıştır. Kızları ilk günden itibaren iman etmişler ama oğlu Abdurrahman(r.a.) ve Abdullah(r.a.), Hz. Ebû Bekir’i(r.a.) bu noktada epey sınamışlardır. Abdurrahman(r.a.) yirmi bir sene küfür yolunda yaşamış, namaz kılmamış, oruç tutmamış, içki içmiş ve sefahat üzere bir hayat sürmüştür. Hz. Ebû Bekir(r.a.) ise bir baba olarak yirmi bir sene boyunca onun için gözyaşı dökmüş ve Allah’a dua dua yakarmıştır.
Abdurrahman(r.a.) Bedir’de ve Uhud’da müşriklerin safında yer almış ama hicretin sekizinci yılı Mekke fethinden sonra dedesi Ebû Kuhâfe(r.a.) ile birlikte iman etmiştir. Abdurrahman(r.a.) yıllar sonra Müslüman olunca; “Baba, Bedir’de ben seni gördüm ama karşına çıkmadım.” demiş. Hz. Ebû Bekir(r.a.) ise: “Eğer ben seni görmüş olsaydım başını vururdum.” diye cevap vermiştir. Bu nasıl bir iman, nasıl bir teslimiyet ve nasıl bir bedeldir böyle?
Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) diğer oğlu Abdullah(r.a.) çocuk yaşta iman etmiştir ama Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) onu ibadet noktasında istediği yere getirmesi oldukça zaman almıştır. Abdullah’ın(r.a.) Allah için yapılan cihatlara ilgisi çok zayıftır. Bedir ve Uhud Harbi’nde yaşı küçüktür. Harplere ilgisi yoktur. Hendek Savaşı’nda da yaşı yirmi bir olmasına rağmen cihada yine ilgi duymamıştır.
Abdullah(r.a.) Medine döneminde Hz. Ömer’in(r.a.) amca kızı Atike bint Zeyd(r.a.) ile evlenmek ister. Hz. Ebû Bekir(r.a.) Abdullah’ın(r.a.) huyunu bildiği için: “Bunu da yaparsan evden hiç çıkmazsın.” diye oğlunun bu evliliği yapmasını başta istemez. Evlilik gerçekleşir ve nihayetinde durum aynen Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) dediği gibi olur. Oğlu Abdullah(r.a.) Atike(r.a.) ile evlenince cemaat namazlarını da kaçırmaya başlar. Zaman geçip bir gün Cuma namazını da kaçırınca Hz. Ebû Bekir(r.a.) Abdullah’ı(r.a.) Atike’den(r.a.) boşatır ama Abdullah(r.a.) Atike’den(r.a.) vazgeçemez; evde şiirler okumaya başlar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir(r.a.): “Eğer Atike(r.a.) ile tekrar evlenmek istiyorsan iki şartım var. Birincisi, bir daha cemaat namazlarını aksatmayacaksın. İkincisi, bundan sonra cihatlara gideceksin.” der. Abdullah(r.a.) şartları kabul eder ve Mekke Fethi’ne, Huneyn Gazvesi’ne, Taif Kuşatması’na katılır. Taif’te boğazından bir okla yaralanır ve Medine’ye getirildiğinde şehit olur.
Hz. Ebû Bekir(r.a.) hilafetinin son dönemlerinde Taif’ten gelen heyetleri karşılarken, karşısında oturan kabilelere oğlunu şehit eden oku gösterip: “Bu okun ustası kimdir?” diye sorar. Orada oklar hususidir ve her ustanın kendine has bir hüneri vardır. İçlerinden Sad ibni Ubeyd(r.a.) isimli ok yapıcısı: “Okun ustası benim. Taif Kuşatması’nda bu oklardan size atmıştık ama kime saplandığını bilmiyorum.” deyince Hz. Ebû Bekir(r.a.): “Bu ok benim oğlum Abdullah’ı(r.a.) şehit etti. Allah’a hamdolsun ki Allah bu ok ile oğluma şehadet nasip etti. Allah’a hamdolsun ki sen oğlumu öldürdün. Ya o gün o seni öldürseydi? Sen şirk üzere Rabb’ine gidecektin. Allah’a hamdolsun ki sen oğlumu öldürdün ama Allah seni diriltti ve sen Müslüman oldun.” der. Bunlar oğlu şehit olmuş bir babanın sözleridir.
Efendimiz’in (s.a.v.) En Yakın Dostu Kimdir?
Sadık Dost Hz. Ebû Bekir (r.a.)
Bizlere: “Efendimiz’in(s.a.v.) en yakın dostu kimdir?” diye sorsalar kuşkusuz hepimiz Hz. Ebû Bekir(r.a.) deriz, ikinci bir isim söylemeyiz. Lakin ibni Abbas’tan(r.a.) rivayet edildiğine göre Efendimiz(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Bir dost edinecek olsaydım Ebû Bekir’i(r.a.) dost edinirdim. Fakat o benim kardeşim ve arkadaşımdır.”
Başka bir rivayette ise Efendimiz(s.a.v.): “İnsanlığın içinde birisini dost edinseydim (sırt yaslasaydım) o Ebû Bekir olurdu ama biliyorum ki elimden gidecek, onu da dost edinmedim.” buyurur.
Risale-i Nur’da şöyle bir cümle geçer: “Dost istersen Allah yeter.”
Kulun kalbinin bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir beşer yeryüzünde yoktur. Allah, Efendimiz’in(s.a.v.) kendisinden başka birine dost olarak meyletmesine müsaade etmemiştir. Efendimiz(s.a.v.) babasını daha hiç görmeden, annesini ise çok küçük yaştayken kaybetmiş, sekiz yaşına kadar beş farklı evde kalmıştır. Bu evler annesi Âmine’nin, süt annesi Halîme’nin, Yesrib’teki babasının dayısının dedesi Abdülmuttalib’in ve amcası Ebû Tâlib’in evleridir. Allah, O’nun(s.a.v.) anne babasının vefatından sonra sığındığı dedesi Abdülmuttalip ve ondan sonra sığındığı amcası Ebû Tâlib’i de sırasıyla hayatından almıştır. Adeta Allah Azze ve Celle, Efendimiz’e(s.a.v.): “Sen küçücük yaşlarında da olsan gözünden bir damla yaş aktığında Ben’den başkasına dayanmayacaksın. Sen gecenin yalnızlığında ağlayacak olsan da kakülü dilberlerini Ben’den başkasına okşatmayacaksın.” demiş gibidir.
Resûlullah’ın(s.a.v.) yanında Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) diğer bütün sahâbeler ve bütün ümmetten farklı bir yeri vardır ama Efendimiz(s.a.v.) dünyada Hz. Ebû Bekir(r.a.) de olsa hiç kimseyi gerçek dost, hakiki halîl ve Refik-i âlâ olan Rabb’ine dostlukta, hıllette ortak etmemiştir. Çünkü onun halîli ancak Rabb-i Rahim’idir. Burada ise bize verilmek istenen çok ince bir mesaj vardır: “Bizler birbirimizi elbette çok seveceğiz ama asla Allah’tan çok sevmeyeceğiz.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Efendimiz’den (s.a.v.) Dünyevi Olarak Önde Midir?
Hz. Ebû Bekir (r.a.) İle Efendimiz’in (s.a.v.) Dostluğu Nasıldır?
Hz. Ebû Bekir(r.a.) ile Efendimiz’in(s.a.v.) nübüvvet öncesi yirmi yıl süren dostluklarında, Hz. Ebû Bekir(r.a.) zengin bir tüccar olup 40.000 dirhemlik sermayesi vardı ancak Efendimiz’in(s.a.v.) böyle bir imkânı yoktu. Hz. Ebû Bekir(r.a.) ileriki yaşlarında Darû’n Nedve denilen Mekke’nin siyasi otoritesinde söz sahibiyken Efendimiz’in(s.a.v.) böyle bir konumu yoktu. Hz. Ebû Bekir(r.a.) soy âlimi ve nesep imamıdır ama Efendimiz’in(s.a.v.) böyle bir özelliği de yoktur. O zamana kadar Mekke’de tanınma, bilinme, yönetim olarak Hz. Ebû Bekir(r.a.) her daim Efendimiz’den(s.a.v.) bir adım önde görülmektedir. Lakin gün gelip Muhammed-ül Emin’e(s.a.v.) Cibril-i Emin’den(a.s.) ilahî kelamın ilk beş ayeti inince Hz. Ebû Bekir(r.a.) anında, sorgusuz sualsiz, Allah Resûlü’nün(s.a.v.) arkasına geçip sadakatle biat etmiş ve yirmi üç yıl boyunca da Efendimiz’in(s.a.v.) sağ kolu olarak daima arkasında yürümüştür.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Teslimiyeti
Rum Suresi Ve Mucizesi
Nübüvvetin beşinci yılında komşu ve rakip iki devlet birbirleriyle kanlı bir çatışmaya girmişlerdi. İran devleti tahtında II. Hüsrev, Rum İmparatorluğu tahtında ise Heraklius bulunuyordu. O yıl yapılan son savaşta İranlılar galip gelmişti. Hatta Rum İmparatorluğu öylesine tarumar olmuştu ki ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, İmparator Heraklius, başkent Konstantin’i/İstanbul’u terk ederek Kartaca’ya kaçmıştı. Bu duruma Mekke müşrikleri sevinirken Müslümanlar üzülüyorlardı. Çünkü Mekke müşrikleri bu hadiseyi kendilerine bir eğlence, Müslümanlara ise bir baskı vesilesi yaparak sürekli: “İranlılar Mecusi, onlar da bizim gibi kitaba inanmıyorlar. Rum İmparatorluğu Hristiyan, onlar da sizin gibi ehl-i kitaplar. İran Rumları nasıl temizlediyse yakında biz de Müslümanların kökünü öyle kazıyacağız.” diyorlardı. Lakin ilahî mesaj duruma müdahale etti ve Dâr’ül Erkam’da Rûm Sûresi nazil oldu.
* “Elif lâm mim. Rumlar, size yakın bir mevkide mağlûp düştüler. Fakat bu mağlûbiyetlerinden sonra, birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Evvelce de sonra da hüküm Allah’ındır. O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir. O dilediğine yardım eder. Onun kudreti her şeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır. Bu Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez; lâkin insanların çoğu bunu bilmez.” (Rum, 30/1-6.)
Allah indirdiği ayetlerle Rumların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini haber veriyordu. Hz. Ebû Bekir(r.a.) ilahî mesajı duyar duymaz hemen Mekke’ye gidip işittiği hakikatleri Kâbe’nin avlusunda haykırmaya başladı. Mekke’nin Ümeyye b. Halef, Utbe b. ebû Muayt gibi kara yüzlü adamları kahkaha attı ve Hz. Ebû Bekir’e(r.a.): “Yalan söylüyorsun. Haydi, aramızda bir müddet tayin et, seninle bahse girelim.” dediler. O dönem kumarı yasaklayan ilahî emirler henüz gelmediğinden Hz. Ebû Bekir(r.a.): “Tamam.” deyip Rum İmparatorluğu’nun İran devletini üç sene sonra yeneceğine dair onlarla on deve üzerinden bahse girdi. Durumu da hemen gidip Efendimiz’e(s.a.v.) haber verdi. Efendimiz(s.a.v.): “Ya Ebû Bekir! Sen git süreyi dokuz yıla ve bahsi de yüz deveye çıkar.” diye buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir(r.a.) tekrar müşriklerin yanına gidince onu görenler kahkaha attılar ve: “Ne o pişman mı oldun?” dediler. Hz. Ebû Bekir(r.a.) ise: “Gelin sizinle bahsi artıralım. Müddeti de uzatalım. Süreyi dokuz yıla develeri de yüze çıkaralım.” diye cevap verdi. Müşrikler onun bu teklifini kabul ettiler.
Mağlubiyetlerinden dokuz yıl sonra Rumlar birdenbire canlanarak hiç beklenmedik ve umulmadık bir saldırışla İranlıları dehşetli bir bozguna uğrattılar. Neticede Bedir harbinde Müslümanların zafer kazandıkları gün Rumlar da ayetin beyan ettiği gibi İran’ı yendi ve böylece Müslümanlar iki zaferi birden yaşadılar. Bahsin neticesinde kazanılan yüz deveyi ise Efendimiz’in(s.a.v.) buyruğu ile kestiler ve sadaka olarak dağıttılar.
Mirac hadisesi – O (s.a.v.) Diyorsa Doğrudur
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Sıddık Lakabını Ne Zaman Almıştır?
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Neden ‘Sen Ebû Bekir-İ Sıddıksın’ Demiştir?
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Sadakati
Mekke’nin yedi ile onuncu yılları arası Müslümanlara boykot uygulanmış ve Müslümanlar çok sıkıntılı zamanlar geçirmişlerdir. Efendimiz(s.a.v.) onuncu yılda önce hamisi ve amcası ebû Tâlib’i, ondan üç gün sonra da sevgili zevcesi Hatice’sini(r.a.) kaybetmiş ve himayesiz kalmıştır. Hüzün üstüne hüzün yaşanan bu seneye ‘senet’ül hüzün’ denmiştir. Mekke artık Efendimiz(s.a.v.) için tebliğde bulunabileceği bir yer olmaktan çıkınca Efendimiz(s.a.v.) İslâm’ı mayalayacağı yeni bir toprak arayışına girmiş ve dayıoğullarının yanına Taif’e gitmeye karar vermiştir. Bir umutla akrabalarının yanına giden Efendimiz(s.a.v.) oradan da taşlanarak dönmüş ve hüznüne bir hüzün daha eklenmiştir.
Nihayet Mekke’nin on birinci yılı gelmiş ve bu zorlu günler biraz da olsa geride kalmıştır. İşte bu zorlu günlerin hemen peşinden gelecek güzel bir beşâret, güzel bir müjdedir Mi’rac. Zira âdetullah böyledir: Önce Taif’i yaşarsın, sonra Mi’rac gelir. Önce Taif’te taşlanırsın sonra Mi’rac’da Rabbin ile buluşursun.
Efendimiz(s.a.v.) o gün Hz. Ali’nin(r.a.) kız kardeşi Ümmü Hani’nin(r.a.) evindedir. Nübüvvetin on birinci yılında Allah Resûlü(s.a.v.) bir iltifat-ı Rabbani’ye muhatap kılınarak amcasının kızı Ümmü Hani’nin(r.a.) evinde uyurken Cebrail(a.s.) tarafından uyandırılır; getirilen Burâk isimli binek ile önce Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya, oradan da semalara, yaratılmışların varacağı son sınır olan Sidretü’l-Münteha’ya götürülür. Peki, neden Cebrail(a.s.) Efendimiz’i(s.a.v.) direkt semâya yükseltmez de önce Kudüs’e götürür?
Şüphesiz ki bu ümmet Kudüs’ü unutmasın diye bu yol izlenmiştir. Orada bile bize nice mesajlar vardır. Efendimiz(s.a.v.) İsra Sûresinin ilk ayetinde ve Necm Sûresinin ilk bölümünde anlatıldığı gibi onlarca ayete, işarete ve güzelliğe muhatap olarak geri gelir. Sabah olunca da başından geçenleri ilk Ümmü Hani’ye(r.a.) anlatır. O zamanlar henüz iman etmemiş olan Ümmü Hani(r.a.) Efendimiz’e(s.a.v.): “Bunu kimseye anlatmayacaksın değil mi?” der.
Çünkü yaşananlar onlar için inanılacak gibi değildir. Yalnızca iman edenlerin kabul edeceği şeylerdir. Efendimiz(s.a.v.) ise amca kızına: “Vallahi! Ben bunu anlatacağım.” der ve halkın yanına varıp Mi’râc’ı haber verir. Haberler ebû Cehil’in kulağına da gider ve ebû Cehil kendince aradığı fırsatı bulmuştur. “Yıllardır biz Muhammed’in(s.a.v.) mecnun olduğunu söylüyorduk, şimdi herkes tasdik edecek.” diye düşünür ve bu sevinçle Efendimiz’e(s.a.v.) varıp: “Ey Muhammed(s.a.v.)! Şimdi ben tüm Mekkelileri toplasam bu anlattıklarını onlara da anlatır mısın?” der. Sözde ebû Cehil kendisine göre aradığı fırsatı bulmuştur ama asıl fırsatı Efendimiz(s.a.v.) bulmuştur. Allah Resûlü(s.a.v.): “Evet anlatırım.” deyince Ebû Cehil sevinçle Mekkelileri toplar.
Efendimiz(s.a.v.) onların her birisine yaşadığı hadiseyi anlatır ama öyle bir anlatır ki, yaşamamış bir insanın böyle anlatması mümkün değildir. Öyle ki Allah Resûlü(s.a.v.) Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı en ince detaylarına kadar anlatır. Hatta iki gün sonra gelecek kervandan, kervanın başındaki siyah deveden, devenin üstündeki su tulumundan bile bahseder ve her birisi neticede gerçek çıkar. Ebû Cehil aradığı fırsatı elde edememiştir. “Ne yapayım?” diye karanlık düşüncelere dalarken aklına henüz olayı duymayan Hz. Ebû Bekir(r.a.) gelir. “Onu Muhammed’den(s.a.v.) ayırırsak bu iş tamamdır. O karşı çıkarsa, onun vesilesi ile iman edenlerin hepsi de karşı çıkar.” diye düşünür ve hemen Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) yanına gider.
“Ya Ebû Bekir! Senin arkadaşın Muhammed(s.a.v.) böyle böyle söylüyor. Mi’rac’a çıktığını anlatıyor.” der. Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) ise söylediği ilk şey: “O(s.a.v.) söylüyorsa doğrudur.” olur. İşte sadakat budur ve sıddık olmanın gereğini yapan Hz. Ebû Bekir(r.a.) şunları da ekler: “Siz O’nun(s.a.v.) bir gece Kudüs’e, oradan semalara gittiğine inanmıyorsunuz. Ben O’na(s.a.v.) her gün semadan vahiy geldiğine inanıyorum da O’nun(s.a.v.) semalara çıktığına mı inanmayacağım? Vallahi O(s.a.v.), ne diyorsa ben hepsini kabul ediyor ve hepsine inanıyorum.” der.
İşte sadâkat, işte teslimiyet budur ve Efendimiz(s.a.v.) dostunun bu konuşmalarını duyunca: “Vallahi sen Ebû Bekir-i Sıddıksın(r.a.)!” der ve “Sıddık” lakabını ona tam da burada armağan eder. Artık o kıyamete kadar Ebû Bekir-i Sıddık(r.a.) olarak anılacaktır.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Halifelikten Sonra Geçimini Nasıl Sağladı?
Hz. Ebû Bekir(r.a.) halifeliğinden önce birçok köle azad ettiği ve kalan tüm mal varlığını da Tebük seferinde Allah için infak ettiğinden dolayı halife olduktan sonra elinde geçinebileceği bir serveti kalmamıştır. Onun için Hz. Ebû Bekir(r.a.) halife olunca bazı mahallelerde eskiden yaptığı gibi süt sağarak geçimine devam etmiştir.
Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) süt sağarak geçim sağladığını duyan Hz. Ömer(r.a.), ümmetin emini Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ın(r.a.) yanına gitmiş ve: “Böyle olmaz, Ebû Bekir’e(r.a.) beyt’ül maldan maaş bağlamamız ve onun vaktini ümmetin işlerine sarf etmesi lazım.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir’e(r.a.) orada yaşayanların en orta hallisi kadar bir maaş bağlanmıştır. Ama Omaaşını da doya doya harcamamış, zaruret haricinde kalan bütün maaşını bir testide biriktirmiştir.
Hz. Ebû Bekir(r.a.) 2,5 yıllık halifeliğinden sonra 63 yaşında vefat etmiş ve o testi, halife Hz. Ömer’e(r.a.) teslim edilmiştir. Hz. Ömer(r.a.) testiyi kırıp içine bakınca Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) bağlanan maaştan bile doğru düzgün hiçbir şey harcamadığını görmüştür. Bunu gören Hz. Ömer(r.a.): “Ey Ebû Bekir, bize yaşanmaz bir Müslümanlık bıraktın!” demekten kendini alamamıştır. Zira bu örnek şahsiyet bize öyle bir ufuk bırakmış ki oraya ulaşmamız mümkün değildir.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Babası Nasıl İman Etmiştir?
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Babası İman Ettikten Sonra Neden Ağlamıştır?
Mekke fethedildi; şirkin beli bir daha doğrulmamak üzere o topraklarda kırıldı. O gün Hz. Ebû Bekir(r.a.), yaşı 90’a dayanmış, gözleri artık görmez olmuş babası Ebû Kuhafe’yi ikna etti ve Allah Resûlü’nün(s.a.v.) huzuruna iman etmesi için getirdi. Efendimiz(s.a.v.) yaşlı babanın geldiğini görünce: “Ey Ebû Bekir! Neden yordun babacığını, onu getirmeseydin de biz onun ayağına gitseydik.” dedi. Hz. Ebû Bekir(r.a.): “Hayır Ya Resûlullah(s.a.v.)! Eğer biri birinin ayağına gidecekse, elbette o birileri siz değil biz olmalıyız. Siz babamın ayağına değil babam sizin ayağınıza gelmelidir.” dedi. Bu konuşmanın ardından Ebû Kuhafe şehadet cümlelerini söyleyerek iman etti. Onun iman edişine Efendimiz(s.a.v.) öyle bir sevindi ki mübarek simasında tebessümler belirdi.
Efendimiz(s.a.v.) yıllarca babasının iman etmesi için çırpınan Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) de çok sevindiğini düşünerek onu tebrik etmek için döndüğünde ise Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) hıçkırıklar içinde ağladığını gördü. Allah Resûlü(s.a.v.) onun bu haline oldukça şaşırdı ve Hz. Ebû Bekir’e(r.a.) gözyaşlarının nedenini sordu: “Ey Ebû Bekir! Babanın imanına sevinecekken, yüzünde güller açıp Rabbine şükredecekken, bu ne hal? Neden bu üzüntü ve gözyaşı?”
Hz. Ebû Bekir(r.a.) bir taraftan gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıp bir taraftan da şöyle dedi: “Ya Resûlallah(s.a.v.)! Yıllarca babamın hidayete ermesi için Rabbime dua dua yakarıp durdum. Onun imana ermesi için her şeyimi feda etmeye razıydım. Biliyorum ki Sen(s.a.v.) de benim bu hislerimin aynısını amcan ebû Talib için duyuyordun. Ama ne yapayım ki ben umduğuma kavuştum, Sen(s.a.v.) ise mahrum kaldın. Ben, Sen(s.a.v.) arzuladığın şeye kavuşamadığın için ağlıyorum. Babamın iman etmesi aklıma bunları getirdi de onun için ağlıyorum.” dedi. Bu sözler karşısında Efendimiz(s.a.v.) de gözyaşlarını tutamadı ve ağlamaya başladı. Nasıl bir sevda, ne hoş bir muhabbet…
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Annesinin İman Edişi
Hz. Ali(r.a.) rivayet ediyor: “Bizler bir avuç iman eden kardeşimizle beraber daha nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e(s.a.v.) saldırdı. Kimi Allah Resûlü’nü(s.a.v.) itekliyor, kimi cübbesini çekiyor, kimi üzerine çöreklenmiş O’na(s.a.v.) vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı, hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden, cübbesi rüzgârda savrulan ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den(r.a.) başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Etaktulüne racülen en yekule rabbi Allah/ Bir adamı sadece ‘Rabbim Allah’tır.’ dediği için mi öldüreceksiniz?”
Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir(r.a.), gelip kendini o anda kalkan olmak amacıyla Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in(s.a.v.) üzerine atıyordu. Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i(s.a.v.) bırakıyor, Hz. Ebû Bekir’i(r.a.) ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler ve hakaretler havada uçuşuyordu. Ukbe b. ebû Muayt; öfkesini alamıyor, Hz. Ebû Bekir’i(r.a.) yere düşürüyor, göğsünün üzerine oturuyor, eline aldığı ayakkabı ile yüzüne yüzüne vuruyordu. Ağzı, gözü, burnu dağılan Ebû Bekir(r.a.) daha fazla bu acılara dayanamıyor, oracıkta bayılıyordu.
O anda kabilesi Beni Teym olaydan haberdar olunca gelip Hz. Ebû Bekir’i(r.a.) onların elinden kurtarıyordu. Onun her tarafı kan revan içerisinde ve baygın haldeki mübarek ve nazenin bedenini evine taşıyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in(r.a.) o gün için Müslüman olmamış annesi, Selmâ bint Sahr ya da bilinen künyesi ile Ümmü’l-Hayr, oğlunu o halde görünce feryat ve figan ediyor, gözyaşları içerisinde oğlunun kanlarını temizliyor ve baygın olan oğlunun uyanmasını bekliyordu. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir(r.a.) gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu. Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz ise: “Ma fuile bi Resûllillah/Allah Resûlü’ne(s.a.v.) ne oldu?” sözü oluyordu.
O gün daha iman ile şereflenmemiş annesi, kanlar içerisinde baygın bir halde olan oğlunun uyanır uyanmaz ilk sözünün Efendimiz(s.a.v.) olmasına biraz öfkelenip: “Bırak Muhammed’i(s.a.v.) de biraz su iç, biraz yemek ye, kendine gel! Yoksa iyileşemeyeceksin.” deyince ne yaşadığı acılar ne de çektiği ağrılar umurunda olan Hz. Ebû Bekir(r.a.), annesine Resûlullah’a(s.a.v.) duyduğu sevgi ve muhabbete yaraşır şu cümleleri söylüyordu: “Vallahi ana, Resûlullah’ın(s.a.v.) nasıl olduğuna dair bir haber almazsam, O’nun(s.a.v.) selamette olduğunu şu gözlerimle görmezsem ne bir yudum su içeceğim ne bir lokma yemek yiyeceğim.” Ümmü’l-Hayr(r.a.) ne kadar ısrar ettiyse de oğlunu ikna edememişti.
Bunun üzerine annesi, Ümmü Cemil’in(r.a.) yardımı ile yaralı olan oğlunu Dârü’l Erkám’a, Efendimiz’e(s.a.v.) doğru taşımış; Allah Resûlü(s.a.v.) Dârü’l Erkâm’da o halde Hz. Ebû Bekir’i(r.a.) karşısında görünce dayanamamış, gözyaşlarına boğulmuştu. İki sadık dostun o buluşması sırasında, Efendimiz(s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e(r.a.): “Niye bu halde kendini zora sokup geldin?” demişti. Hz. Ebû Bekir(r.a.) ise: “Ya Resûlullâh(s.a.v.)! Beni boş ver de sen şu kapının arkasında duran annem için dua et! Dua et de Allah(c.c) ona hidayet nasip etsin.” demişti. O anda Efendimiz’in(s.a.v.) dua için kalkan elleri daha inmeden annesi Ümmü’l-Hayr(r.a.) iman etmiş; böylelikle Hz. Ebû Bekir’in(r.a.), Efendimiz’e(s.a.v.) olan sevdası, annesinin imanına vesile olmuştu.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) En Büyük Mucizesi Nedir?
Her peygamber muhatap olduğu toplumun niteliklerine göre çeşitli mucizeler getirmiştir ve şüphesiz Efendimiz’in(s.a.v.) en büyük mucizesi Kur’an’dır. Kur’an’ın; nazmı, belagati, fesahati, gaipten haber veriyor oluşu ve korunmuşluğu çok büyük mucizelerdir. Bunların yanında muazzam bir mucizesi daha vardır ki o da: “Kömür olan ruhları elmasa çevirmesidir.” Dünya genelinde mevcut konjonktüre baktığınızda Müslümanlar, dünya için ne ekonomik anlamda ne de askeri güç, kuvvet ve birlik olma noktasında korkulacak bir durumda maalesef değildir. Ama bütün dünya İslâm dininden ciddi manada korkmaktadır. Hatta dünyada bu korku o kadar yayılmıştır ki dillerinde, haber bültenlerinde ve basın metinlerinde en çok uğraştıkları konu İslâmofobi’dir. Tüm dünya, insanları sürekli İslâm dininden korkutmaya ve uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Madem pek çok alanda İslâm’ın korkulacak bir yanı yoktur, onların bu kadar korkmalarına sebep olan şey nedir?
Tüm dünyayı korkutan asıl mesele Kur’an’ın insanı değiştirme gücüdür. Kur’an’da öyle bir sır vardır ki, kim onunla dostluk kursa kömürken elmasa dönüşür. Onun için dünya bizden değil, İslâm aracılığıyla elimizde bulunan bu dönüştürme gücünden korkmaktadır. Çünkü biliyorlar ki tarihi değiştiren insanlar bir kez geldiyse bir daha gelebilirler. Zira herkes yirmi üç yıllık bir nübüvvet dönemi ile dünyanın tamamına neyin yayıldığının farkında ve bu hakikatler tekrar insanların arasında dolaşırsa o gül devri yeniden gelecek diye korkuyorlar, ki gelecektir de inşallah. Kıyametin tek alameti güneşin dürülmesi değildir. Bir önemli alameti de gül devrinin tekrar yaşanacağıdır biiznillah. Onlar da bunun farkında olduklarından Kur’an’ın bu mucizesinden korkmakta ve insanlar arasında: “İslâm kötüdür, İslâm korkulacak bir şeydir.” diye dedikodular, lâf-ü güzaflar yaymaktadırlar.
Hz. Ebû Bekir (R.a) Hayatı Videosunu İzleyebilirisiniz: https://www.youtube.com/watch?v=CR6KDlphtno